KAŞGARLI MAHMUT VE DİVAN-Ü LUGAT-İT-TÜRK Kaşgarlı Mahmut - Divan-i Lugat-it'Türk Kelime Dizini Çev...
KAŞGARLI
MAHMUT VE
DİVAN-Ü
LUGAT-İT-TÜRK
Türkler
İran’lılara daha az ehemmiyet verdikleri için, Türk Milliyetçiliği’nin çarpışma
ihtiyacı duyduğu millet, daha çok Arap milleti olmuştu.
Bazı bölgelerde
hatta kölelikten hükümdarlığa yükselerek kuvvetli devletler kuran Türkler, bu
devlet kurma kabiliyetinin tamamıyla milli bir kaynaktan geldiğinin şuurunu
taşıyorlardı.
Fethedilen
ülkelerde ordunun, devlet sınırları içinde ise hem ordunun hem de pek geniş bir
halk kütlesinin lisanı Türkçe idi. Ordu olarak yabancı ülkelere yürüyen Türkler
ise, İslam dünyasının her bucağında her şeyden çok Türk olmakla övünüyorlardı.
İslâm aleminde daha dokuzuncu ve onuncu
asırlarda kendini gösteren bu Türk üstünlüğü bu milletin sadece iyi kılıç
kullanmasından ileri gelmiyordu. Türkler Müslüman komşularına kahramanlıkları
kadar zekâlarını ve medeni kabiliyetlerini de kabul ettirmişlerdi.
Kısa bir zamanda
yetişen Müslüman Türk bilginlerinin İslamlığın en ileri mütefekkirlerinden
oluşları dikkati çekmiştir. Mesela, hemen her yerde milli kıyafetle dolaşan
Fârâbi’ye yalnız hayranlıkla değil, biraz da hasetle bakılıyordu.[1]
Türklerin İslâm
dinini temeli oldukları ve onların terbiyeci ve teşkilatçı milletlerin başında
geldikleri itiraf ediliyordu. Onların yalnız insanları değil hayvanları bile
terbiye ettiklerinden hayranlıkla bahsediliyordu. Arap bilgini Cahiz,
birbirleriyle at üstünde konuşan bir Türk padişahı ile bir İran padişahının
Türk-İran hududundaki bu mülakatını şöyle tasvir ediyordu:
“İran şahının atı hiç durmadan başını salladığı ve ayağiyle yeri eştiği halde Türk padişahının atı bir heykel misali yere mıhlanmış gibiydi”[2]
Bu arada, gerek Araplar,
gerek diğer Türk olmayan Müslümanlar arasında Türk dilini öğrenmek ihtiyacı
duyanların da sayıca arttıkları görülüyordu.
Me’mun zamanında bir
Türk genci, İran, Arap ve Rum gençlerine, karşı, kendi milletini şöyle
tanıtıyordu:
“Türkler, kendi başkentlerini hiç kimseye vermiş değillerdir. Onların yurduna hiç kimse sahip olamamıştır. Fakat İran’lılar, Rum ve Araplar yurtlarını başkalarına kaptırmış ve kendi yurtlarında başkalarına esir olmuşlardır. Bu, Türkler’in İran, Arap ve Rum milletlerinden üstün oluşlarının en büyük delilidir. Bu hakikatı gözünü haset bürümüş, inadından gözleri kararmış veya tarih okumamış olanlardan başka hiç kimse inkar edemez”.[3]
İşte, bu çağlarda
ve bu anlayışlar arasında, bir kısım Türk şairleri Arap ve Fars dilleriyle
yazdıkları eserlerde Arap ve İran edebiyatlarını zenginleştirirlerken; bir
taraftan da bazı Türk bilgin ve mütefekkirleri, Türk dilinin bu yabancı diller
arasındaki mevkiini belirtmek için harekete geçmek lüzumunu hissettiler.
Türkçe’nin en az
Arap ve Fars dilleri kadar güzel ve iyen en az onlar kadar zengin olduğunu
meydana koyan eserler vücuda getirdiler.
Dile ait eserler
yazarken, Türk olmayanlara Türk dilini tanıtmak ve öğretmek için çalıştılar.
Tarihe ait kitaplar meydana koyarak Türk’ün yer yüzündeki içtimai durumunu ve
bu parlak durumu hazırlayan Türk milletinin tarihi faziletlerini belirttiler. Bu kitapları Türk diliyle değil,
bilhassa Arap ve Fars dilleriyle
yazarak, yabancı milletlerin bu bilgileri daha kolay öğrenmelerini sağlarlar.
Bu eserlerde Türk dilinin dehası aydınlatılıyor, Türk tarihinin şerefleri
sıralanıyordu. Fakat bu eserleri sadece birer dil ve tarih kitabı olarak karşılamak kafi değildi. Çünkü onların bir
çok sayfasında Türk’ün büyüklüğünü tanıtmak Türk dilini korumak, hatta yaymak
için cümleleşen bir “milli heyecan” vardı.
O kadar ki
milliyetçilik denilen realist idealin yer yüzünde yeri olmadığı ve olamayacağı
bir ümmetçilik çağıda Türkler arasında beliren bu millet ve milliyet sevgisini
bu derce şuurlu bir çığır halini alışı, , Türk tarihin övünçle kaydedeceği
hadiselerden biridir.[4]
XI. yüzyılda
başlayan ve en çok dil alanında kendini gösteren bu Türklüğe dönüş cereyanının
hemen her asırda bir veya birkaç mümessil yetiştirdiği ve bunların zaman zaman
bizzat verdikleri edebi eserlerle Türk dili edebiyatının gelişmesi ve
millileşmesi, yolunda inkar edilemez başarılar elde ettikleri meydandadır.
İslâmiyet’in İlk
asırlarında birtakım Türkçe eserler yazılmış olmalıdır. Ancak bu eserler
ya zamanımıza kadar yaşayacak değerde olmadıkları için, yahut yazıldıkları
sahalarda vukua gelen yakıcı ve yok edici târîhi hadiseler yüzünden kayıp ve
Ziyân olmuşlardır. Son araştırmalar, bu tarihlerde mesela Arap şiirine ait bazı
parçaların Türkler tarafından hem de Türk vezin ve şekilleriyle Türkçe’ye
çevrildiğini düşündüren bazı deliller bulmuş gibidir. Belki de bu çeşit
“tercüme”lerle başlayan İslâmi Türk edebîyâtı, giderek Arapi’den, Fârisî’den
alınmış kelimeler, vezinler ve şekillerle birleşerek, bizim ilk örneklerini
Karahan’lılar ve Selçuklu’lar devrinde gördüğümüz yüksek zümre edebîyâtını
meydana getirmiştir: [5]
Bütün bu ve benzeri Türk boylarının değişik
coğrafyalarda konuştukları Türk lehçelerini türlü incelikleriyle tesbit eden ve
herbiri hakkında ayrı bilgiler vermeğe çalışan Mahmud, aynı lehçeleri, edebî
lehçe oluş bakımından, başlıca iki grupda toplamıştır. Bunlardan birine “Hâkaniyye”, ötekine “Oğuz Türkçe”si denilmektedir.
Kaşgarlı’nın edebî Türk lehçeleri üzerinde bu
sınıflandırması, Türk edebîyâtı târîhi bakımından bugün bile doğru denilecek
esaslara dayanmaktadır.
Gerçekten, Türk dili edebîyâtı, tarih boyunca, belli
başlı iki ana lehçe dahilinde edebî eser ermiştir.
Başlangıçtan XIV. Asra kadar Türk edebîyâtı,
sırasıyle, Gök-Türkler, Uygurlar, Karahanlılar tarafından tekamül ettirilen,
ortak bir edebî dil’le yazılmıştır. Bu dilin en olgun ve ileri şekli XIV.-XVI.
asırlarda tekamülünün son derecesine ulaşan ve daha çok Çağatay lehçesi diye
isimlendirilen Ortaasya Türkçe’sidir. XI. asırda Kutadgu Bilig,
Atebetü’l-Hakaayyık gibi, İslâmi edebîyâtın en mühim eserleri bu dilin henüz
Hâkaaniyye lehçesi adını taşıdığı devirde yazılmıştır.
Batı Türkçe’si veya Oğuzca denilen ikinci büyük Türk
lehçesinin de temelleri Gök-Türk kitabelerindedir. Ancak bu dil, daha çok,
XIII. Asırdan başlayarak bilhassa Anadolu’da büyük eserler vermiştir.
Türk dili, XI. asırdan bugüne kadar, ses ve morfoloji
bakımından, daha bazı inkişaf merhaleleri geçirmiş, o zaman başlamış olan bazı
ses değişmeleri tamamlanış ve bir kısım yenileri de bunlara eklenmiş ve dar
manada şive hususiyetleri diyebileceğimiz bazı inkişaflar da vücude gelmiştir.
Türk dilinin tarihi inkişafını, ana hatları ile, şu şekilden hulasa edebiliriz:
Türkçe kaidelerde hemen hiç istisnaların bulunmaması,
ahenk kanunu, fiil kökleri ve sigaların zenginliği dolayısıyla dünya dilleri
arasında çok mümtaz bir mevkiye sahiptir. Bu hususiyetleri münasebeti ile de
meşhur Max Müller:
“Türkçe’nin gramer kaidesi o kadar kıyasi ve güzeldir ki bu dili lisaniyat bilginlerinden mürekkep bir heyetin şuurla yaptığını sanmak mümkündür.”
İfadesi ile hayranlığını
belirtmiştir. Nitekim tarihte de Kaşgarlı Mahmud, Fahreddin Mübarek şah ve Ali
Şir Nevai gibi Türk mütefekkirleri de Türkçe’nin üstünlüğüne dair başka türlü
sebep ve deliller ileri sürmüşlerdir. Türkçe çok muhafazakar ve sağlam bünyesi
sayesinde iki bin yıllık bir tarihe sahip olduğu ve çok uzak mesafelere
yayıldığı halde az değişikliklere uğramış ve başka birtakım eski diller gibi
istihalelere ve kaybolmağa mahkum bulunmamıştır. Türklerin büyük
imparatorluklar içerisinde siyasi birlikler halinde kalmaları ve göçlerle
birbirlerine karışmaları da Türkçe’nin yeni lehçelere ayrılmasına fazla fırsat
vermemiştir. Bu sebepledir, ki bir yanda Yakutlar, öte yanda Çuvaşlardan başka
yeni diller türememiş ve diğer Türk kavimleri arasında umumiyetle, dil birliği
muhafaza edilmiştir. Yakut ve Çuvaş lehçeleri kelime başında Y’leri S, sonunda
da Z’leri R yapmakla ana-türkçeden ayrılırlar. Mesela yetti (yedi) Çuvaşça
sirim (Volga bulgarcasında cirim) gibi. Tuna Bulgarlarından kalan vesikalara
göre onlar da bu eski Türk lehçesi ile konuşuyorlardı. Buna göre bizim kız kır,
dokuz tıkır, otuz utur, öküz vıkır, sekiz sakkır (keza Çuvaşça) olmuştu.
Avrupa’da Hunların bakıyyesi olan Ogur’lar da bu lehçeyi kullanıyordu. Bu
sebepledir, ki On-ogurlar On-Oğuz sanılmıştır. [6]
Konuşma dilinin gelişmesini takipdeki bu güçlüğe
karşılık Türkçe yazı dilindeki değişiklikleri takip daha kolay olmaktadır. Zira
Türkçe yazının tarihinin, bugün elimizde mevcut bilgilerle, ancak Göktürklerle
birlikte başlatabiliyoruz. Başlangıç noktası bu kadar yakın olunca,
değişiklikleri takip de kolay olmaktadır.
Zamanının
Türk dili ve edebiyatı üzerinde lisanımızın ilk lügat ve gramer kitabını
yazacak kadar geniş malumatı olan Mahmud’un Arapçası da Türkçesi kadar
kuvvetliydi. Eseri onun etraflı bir tahsil görmüş olduğunu ve hemen hemen bütün
ömrünü Türk milleti ve Türk dili için çalışmak yolunda sarfettiğini göstermektedir.
Kâşgarlı Mahmud’un hangi tarihte doğduğu belli
değildir. Ancak, hayâtının mühim bir kısmını Karahanlılar bölgesinde geçirdiği,
kendi eserinden anlaşılıyor. Tarım ile Çu Sirderya çevresindeki bütün Türk
illerini gezdiğini de yine kendisi bildiriyor. 1072-1077 yıllarında ise Mahmud,
Bağdad’da bulunuyordu ve bu tarihler, Irak topraklarında Selçukluların
hâkimiyet kurdukları yıllardı.
Diğer taraftan bu büyük Türk bilgini, kim olduğunu,
niçin ve nasıl çalıştığını, kitabında, şu satırlarla açıklamıştır:
“Kendim, Türklerin en fasih konuşanlarından, en açık anlatanlarından, en doğru anlayanlarından soy ve sopça en ileri bulunanlarından, en iyi kargı kullanan savaşçılarından olarak Türlerin hemen bütün beldelerini, çöllerini boydan boya dolaştım. Türk’ün, Türkmen’in, Oğuz’un, Çigil’in, Yağma’nın, Kırgız’ın dillerini, kafiyelerini öğrenip faydalandım. O kadar ki her Türk taifesinin dilini en iyi şekilde öğrenmiş oldum.
Gördüm ki Yüce Tanrı devlet güneşini Türkler’in burçlarından doğdurmuş, onlara Türk adını kendisi takmış, hakanlığı onlara kendisi vermiş. Zamanımızın padişahlarını hep onlardan teşkil etmiş. Cihan halkının dizginlerini onların ellerine bırakmış; insanların saadeti için onları sebeb yaratmış, Doğrulukta onlara her zaman yardımcı olmuş, onlara intisap edenleri, hizmetlerinde bulunanları aziz kılmış,her kim onların diline sığınırsa onu kendilerinden sayıyorlar, her türlü korkudan kurtarıyorlar, bunun içindir ki Türk olmayanlar da Türk diline sığınmakta, bu vesile ile zarar ve ziyandan kurtulmaktadırlar.”
“Bu kitabımı (böyle uzun bir çalışmadan sonra) en süslü bir düzenle en beliğ üslubda yazdım. Adımı dünyanın sonuna kadar yadettirmek ve (ahirette) sonsuz nimet kazanmak için, Allah’dan yardım dileyerek yazdığım bu kitaba Dîvanü Lûgaati’t-Türk adını koydum.”[7]
1072-1077
yıllarında ise Mahmud, Bağdad’da bulunuyordu. Bilindiği gibi o zaman bu
mıntıkaya Büyük Selçuklular (1040-117) hakimdiler.
Onun
kültür tarihimizdeki mevkii, büyük bir milliyetçi olması ve bilhassa Türk dili
için çok kıymetli bilgilerle süslenmiş bir lügat ve gramer kitabı yazması
dolayısıyladır.
Mahmud,
kendi milletinin diğer milletlerden yalnız, silah kuvvetiyle değil, dil, kültür
ve medeniyet bakımından da üstün olduğunu meydana çıkarmak maksadiyle ömür boyu
çalıştı. Onu daha iyi tanıyabilmek için, onun kendi hayatı ve çalışmaları
hakkında bizzat verdiği malumatı gözden geçirmek doğrudur. Bu büyük Türk
bilgini kim olduğunu, niçin ve nasıl çalıştığını, kitabında bize şu satırlarla
anlatıyor:
“Kendim, Türkler’in en fasih konuşanlarından, en açık anlatanlarından, en doğru anlayanlarından, asıl ve nesebce en ileri bulunanlarından, en iyi kargı kullanan cengaverlerinden olduğum halde, Türkler’in hemen tekmil illerini, obalarını, çöllerini karış karış gezip dolaştım.”[8]
Bu
satırlar, Mahmud’un kendi milleti adına çalışırken ne gibi hakikatlere dikkat
ettiğini açıkça meydana koymaktadır. Çünkü, O, bizzat milliyetçi bir şahsiyet olmakla
beraber yaşadığı devrin tarihi ve içtimai olayları içinde görüp yazıya vurduğu
bu düşünceler, o devrin inkar edilmez hakikatlerindendi.
Mahmud’un
eserine:
“Türk dilini öğreniniz çünkü onların uzun sürecek saltanatları vardır”
şeklinde bir Hadis alınmıştır.
“Bir ordunun var, ki adını Türk koydum”
Mahmud’un derlediği Hadisler arasındadır.
Bu eser,
Türk dilinin ilk lugat ve gramer kitabıdır. Ancak, hazırlanışı ve mahiyeti
itibariyle devrinin tarihi, coğrafi ve içtimai hayatı hakkında kıymetli bilgiler
de veren zengin bir milli kültür hazinesi değerine ulaşmış bulunmaktadır.
Bu eser, Türkler’den ziyade Araplar için yazıldığı,
yani Türk dilini Araplar’a öğretmek maksadıyla kaleme alındığı için; Türk
diliyle değil Arap diliyle yazılmıştır. Fakat, içinde, Türkçe kelimeler, Türk
halk edebiyatından ve klasik Türk şiirinden alınmış çeşitli Türk edebiyatı
örnekleri ata sözleri vardır. Adından da anlaşılacağı üzere bir Lügat kitabı
olan bu eser de Halk şiirleri ve Atasözleri de yer almaktadır.[9]
Kitaptaki Türkçe kelimelerin sayısı 7500 den
fazladır. Bu kelimeler, Araplar’ın Türkçe’yi kolay öğrenmelerini sağlamak
maksadıyla Arap usulüne göre yani kelimelerin yapısına dikkat edilerek
sıralanmıştır. Divan-ü Lugat-it-Türk’deki Türkçe örnekler Göktürk kitabelerinden
sonra bize kadar gelen, en eski Türk edebiyatı yadigarlarındandır. Bunlar
arasında çeşitli Koşuk’lar, Sagu Mersiyeler ve Destan parçaları vardır. [10]
Divan-ü
Lugat-it-Türk üzerinde yerli ve Avrupalı bir çok alimlerin ciddi çalışmaları,
araştırmaları vardır. Eser hakkında şimdilik en geniş bilgileri Besim Atalay
tercümesinde ve en kuvvetli incelemelerde de Fuad Köprülü’nün makalelerindedir.
Diğer araştırmaların da ayrı ayrı büyük değerleri olduğu şüphesizdir.
Araplar’a
Türkçe öğretmek ve Türk dilinin Arapça ile koşu atları gibi yarışabilecek
derecede zengin ve güzel olduğunu belirtmek maksadıyla yazılan böyle bir
eserin, bir Arap halifesine ve kendi payitahtına verilmiş olması da ayrıca
dikkati çeken bir hadisedir
Kaşgarlı’nın
ortaya çıkardığı hadislerden birisi şöyledir:
“Ulu ve aziz Allâh diyor ki: (Benim Türk ismini verdiğim ve meşrık’da iskan ettiğim bir takım askerlerim vardır ki, herhangi bir kavme karşı gazaba gelecek olursam, o Türk askerleri karşı gazaba gelecek olursam, o Türk askerlerimi işte o kavmin üstüne saldırırım”[11]
“Türkler arasında, en iyi silah kullananlardan
biri” olarak Mahmud, Türk illerinin
birçok yerlerini dolaşmış; çok geniş bir coğrafya üzerine yayılmış Türk
kavimlerinin dillerini, tarihlerini, destan ve efsanelerini; mesel ve hikmetlerini
öğrenmiş ve bu öğrendiklerini büyük bir kitapta toplamıştır. Mahmud, kitabına
halk arasında yaşayan eski, yeni halk şiirlerinden, hikmetlerden,
atasözlerinden örnekler koymuş ve bize Karahanlılar devri devlet teşkilatı ile
saray ve halk hayâtı hakkında mühim bilgiler bırakmıştır. [12]
Kâşgarlı
Mahmud’un, Türk dili; onun bütün kelime ve lehçeleri ve edebîyâtı üzerinde
Türkçe’nin ilk lügat ve gramer kitabını yazacak kadar geniş ve derin bilgisi
vardı. Arapça’sı, Türkçe’si kadar kuvvetli idi. Evvelce Arap dilinde yazılmış
bu çeşit kitapların sistem ve metodlarına vakıftı. Bize bıraktığı eser, onun
iyi bir tahsil gördüğünü, hemen bütün ömrünce Türk dili ve Türk milleti için
çalıştığını göstermektedir.
Kaşgarlı’ya göre en doğru Türkçe, Türkçe’den başka bir
dil bilmeyen, yabancı diller tesirinde kalmamış Türk boyları arasında
kullanılan Türkçe’dir. Başka milletlerle Medenî-içtimâi alış verişlerde bulunan
e başka diller bilen Türklerin ise lehçeleri pek tabîî olarak değişikliğe
uğramış, başkalarının kelimeleriyle birleşmiş bu arada kendi temel seslerinden
ayrılarak değişme ve yumuşama istidadı göstermiştir.
Bu hususda daha
kesin fikir vermek için Kaşgarlı’nın bu Mevzudaki sözlerinden bir kısmını
buraya aynen almayı lüzumlu buluyoruz:
“En açık ve doğru dil, ancak bir dil bilip, Farslarla karışmayan ve yabancı beldelere gidip gelmeyen kimselerin dilidir. İki dil bilen şehirlilerle düşüp kalkanların dili bozuktur. İki dil bilenler, Soğdak’lar, Kençek’ler, Argu’lardır. Gezici olarak yabancılarla karışanlar, Hoten, Tübüt halkı ile Tangut’ların bir kısmıdır. Bunlar Türk diyarına sonradan gelmişlerdir.”
“Çin ve Maçin halkının ayrıca dilleri vardır. Bununla berâber şehirliler Türkçe’yi iyi bilirler. Mektuplarını bize Türk yazısı ile yazarlar.”
“Kırgız, Kıpçak, Oğuz, Tohsi, Yağma, Çigil, Uğrak, Çaruk boylarının halis Türkçe olarak yalnız bir dilleri vardır. Yemek’lerle Başgırt’ların dilleri bunlara yakındır.”
“Rûm diyarındaki Peçenek’lere kadar, Suvar ve Bulgar dilleri, kelimelerin sonu kesilip kısaltılmış bir Türkçe’dir.”
“Dillerin en hafifi Oğuzların; en doğrusu da Tohsi’lerle Yagma’ların dilidir.”
“Uygur beldelerine varıncaya kadar, İrtiş, İle,Yamar, İtil vadileri boyunca, halkın dili doğru Türkçe’dir. Bunların en fasihi Hâkaaniyye yurtlarının dilidir.”
“Kaşgar’ın Kençekçe konuşan köyleri vardır. Şehrin içindeki halk Hâkaaniyye Türkçe’siyle konuşurlar.”[13]
Çeşitli Türk şiveleri arasındaki ilgiler açısından,
Kaşgarlı Mahmut’un, XI yüzyılda, Divanü Ligati’t-Türk isimli eserinde verdiği
izahat, dil konusuyla ilgilenenler için ihmal edilemeyecek derecede mühimdir. [14]
Taner
Ünal Ocak 2004
[1] Prof.
Dr. Aydın Taneri Türk Kavramının Gelişmesi Sayfa: 76.
[2] Prof.
Dr. Aydın Taneri Türk Kavramının Gelişmesi Sayfa: 77
[3] Prof.
Dr. Aydın Taneri Türk Kavramının Gelişmesi Sayfa: 77.
[4] Nihat
Sami Banarlı Resimli Türk edebiyat Tarihi, 72-73.
[5] Nihad
Sami Banarlı, Resimli Türk Edebîyâtı Târîhi I, Yüksek Zümre Edebîyâtının İlk
Yazarları ve İlk Eserleri, S. 230.
[6] Prof.
Dr. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, s. 41
[7] Besim
Atalay tercümesi, S. 4; Ahmed Caferoğlu, KâşgarlıMahmud, 1000 Temel Eser
serisi, 30, İst. 1970.
[8] Prof.
Dr. Aydın Taneri Türk Kavramının Gelişmesi Sayfa: 81.
[9] Faruk K.
Timurtaş. Tarih içinde Türk Edebiyatı. Boğaziçi yayınları s.192) Tarih içinde
Türk Eedebiyatı s.192.
[10] Prof.
Dr. Aydın Taneri Türk Kavramının Gelişmesi Sayfa: 83
[11] İsmail
Hami danişmend, Türklük ve Müslümanlık, İstanbul 1959.
[12] Nihad
Sami Banarlı, Resimli Türk Edebîyâtı Târîhi I, Yüksek Zümre Edebîyâtının İlk
Yazarları ve İlk Eserleri, S. 250.
[13] Dîvan,
Besim Atalay tercümesi, S. 29-30
[14] Ahmet
Caferoğlu, Türk Dili Tarihi, Cilt II, Sayfa 32-34.
COMMENTS