ATATÜRK VE BATI Sevgili Okurlar, Siyasi hadiselerin hızlı gelişmeleri üzerine, Tarihin ışığında yaptığımız yolculuğa iki sayı ara...
ATATÜRK VE BATI
Sevgili Okurlar,
Siyasi hadiselerin hızlı gelişmeleri üzerine, Tarihin
ışığında yaptığımız yolculuğa iki sayı ara veriyor Yörtürk’ün bu sayısında
sizlerle Türkiye'nin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Türk Milletinin karşı
karşıya bırakıldığı bir takım tarihi temel meseleleri üzerinde Türk gözüyle bakışlarımızı sunuyoruz.
25 yıldır köşelerimizden sizlere “Türk’ün Türk’ten
başka dostu yoktur” dedik ve demeye de devam ediyoruz.
Batı’nın (A.B.D, AB, Uluslar arası sermaye, Sistem-Elit küreselleşme v.d. Emperyalist Organizasyonlar) ve Avrupa Birliğinin asıl hedefinin Türkiye Cumhuriyeti Devletinin üniter yapısını değiştirmek, Türkiye Cumhuriyeti Devletini şehir devletleri haline getirene kadar parçalamak kayıtsız şartsız Türk milletine ait olan egemenlik hakkının, Türk milleti dışında uluslar üstü bir kuruluşa devrini temin etmek olduğunu, içimizdeki yerli işbirlikçileri vasıtasıyla sağdan veya soldan adım adım yollarına devam ettiklerini, Türkiye’nin Türk Devletinin ve Türk Milletinin A.B. veya A.B.D’nin mandası olmadığını olmaması gerektiğini” söyledik.
Aynı şeyleri söylemek yerine çok daha farklı şeyler
yazmak istiyoruz. Ancak biz yazmaya başladığımızda kartopu halinde olan bu
tehlike yıllar geçtikçe çığ gibi büyüyerek Türk milletinin üzerine tehlikeli
bir şekilde hızla geliyor.
Son 20 yılda Türkiye’deki büyük sermayenin Basın ve
Yayın kuruluşlarındaki etkisini artırması, Türkiye’nin yönetiminde ön plana
çıkması ve bunların kendine göre bir Atatürkçülük tanımı yaparak, Atatürkçülük
adı altında ülke çıkarlarını baypas etmek suretiyle kendi çıkarlarını
gerçekleştirmesi, Atatürkçülük anlayışının yozlaşmasında önemli etki
sağlamıştır.
Atatürkçülüğün istismarı işinde, ülkemizdeki
benzerleri arasında en ön planda olanlar bu sermaye gruplarıdır. Diğer yandan
dini siyasete alet etmek isteyenlerle, diğer bazı siyasi grupların da önemli
bir kısmı Atatürkçülüğe karşı çıkmadıklarını ifade etmelerine karşın, gerçekte
bu çevreler Atatürkçü düşünceyle tamamen çatışma içinde bulunmaktadır.
Atatürkçülüğün istismarı özellikle bu çevreler tarafından yapılmaktadır.[1]
Ne yazık ki 65 yıldır Türk insanı aldatılıyor. Uğruna
istiklal savaşı verdiğimiz temel meseleler bile çarpıtılarak Atatürkçülük
olarak Türk milletine sunuluyor.
Bunlardan birisi Türkiye’nin Batı ile olan
ilişkileridir. Batı’nın isteklerini emir ve talimatlarını yerine getirmekle
görevli medya kuruluşları, Türk Milletini yanıltarak - aldatarak yapılan
yanlışları, “Bunlar büyük önder Atatürk’ün hedefleri” dir şeklinde
sunmaktadırlar. .
Mevcut en önemli çelişkilerden biriside AB konusunda
görülmektedir.
A.B.’nin talepleri doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin sorumlu yöneticileri “Kayıtsız şartsız” Türk milletine ait olan egemenlik hakkını,
uluslar üstü bir kuruluşa daha başlangıçta A.B.ne devretmeyi taahhüt imza
etmeyi kabul etmişler bunu da Atatürk’ün hedefiymiş gibi
göstermişlerdir.
Büyük Önder ekonomide Türk toplumunun Milli yapısından
yola çıkarak, “Mali bağımsızlığımızdan” hiçbir taviz vermeden ülke kalkınmasını sağlamış, bunun yolunu bize
de işaret etmiştir. Atatürk İzmir İktisat Kongresini Açış konuşmasında şunları
söylüyordu:
“Siyasi, askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa,
olsunlar, iktisadi muzafferiyetler ile tetviç edilemezlerse husule gelen
zaferler payidar olamaz, az zamanda söner.
...Türkiye Büyük Millet Meclisi ve bunun hükümetinin
milletten aldığı vehçe istiklali tam ve bilakaydüşart hakimiyeti milliye
umdelerine (TAM BAĞIMSIZLIK VE HAKİMİYETİN KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETE AİT OLDUĞU
ŞEKLİNDEKİ PRENSİPLERE) istinaden memleketi mamur atmek ve milleti zengin, müreffeh
vemesud etmekten ibarettir. Böyle olmakla Teşkilatı Esasiye Kanunun bir maddei
mahsusa ile Meclisin vazifeini dahi tasrip eder. O vezafif ki, doğrudan doğruya
milletin hukuk ve selahiyeti iken asırlarca şunun ve bunun elinde kalmıştır.
Artık bu hukuk ve salahiyetin hiçbir sebep ve suretle hiçbir makama ve şahsa terk ve tevdi olunamıyacağını katiyetle ifade
etmek için bir maddei mahsusa koymuştur.” [2]
Atatürk görüldüğü gibi açık ve net bir şekilde
Cumhuriyetin temel ilkesinin “TAM BAĞIMSIZLIK VE HAKİMİYETİN KAYITSIZ
ŞARTSIZ MİLLETE AİT OLDUĞU ŞEKLİNDEKİ PRENSİPLERE İSTİNADEDEN MEMLEKETİ MAMUR
ETMEK VE MİLLETİ ZENGİN MÜREFFEH VE MESUD ETMEKTEN İBARET”olduğunu
açıkça ifade – beyan etmiştir. Bunun aksi bir tutum ve davranış Atatürk’çü
düşünceye - Cumhuriyetin kuruluş felsefesi ilkelerine ters düşen, etik
kurallarla örtüşmeyen ve konusu suç teşkil eden bir tutum ve davranıştır.
İstiklal Savaşının diğer bir anlamı Türk Milletinin
yüz yıldır taşıdığı zincirleri kırıp atmasıdır. Atatürk’ün İzmir İktisat kongresinde
yapmış bulunduğu konuşma onun siyasi yaşamı boyunca değişmeyen temel
politik prensiplerinin bir özetidir.
Atatürk iddia edildiği gibi Batıyla teslimiyetçi
politikalar kurmak isteseydi, Sivas Kongresinde Mandacılara evet der, ayağına
kadar gelen General Harbord’la anlaşır İstiklal savaşı vermeden işi kolayca
bağlar, bitirirdi. Batı güdümlü manda bir devlet kurarak Türkiye'nin o günkü
sıkıntılarını geçici de olsa çözer, Türkiye’yi de ABD’nin 53. eyaleti yapar
–mandacılarda Türkiye’nin manda olduğu günü her yıl coşkulu bir şekilde
kutlarlardı.
Atatürkçü düşünce, Batı emperyalizmine uzak – sömürge
olmayı öngören her tutum ve davranışa şiddetle karşı koyan – tam bağımsızlığı
ilke edinmiş bir siyasi eylem-söylemdir... Türkiye – AB ilişkileri 1995 Gümrük
Birliği belgesine göre kendi iradesinin temsil edilmediği bir birliğin aldığı
kararlara şartsız uymayı taahhüt eden emsali bulunmayan, tek yanlı A.B.den yana
oluşan bir yapılanma – bağlanma getirmiştir ki, bu Atatürkçü düşünce ile taban
tabana zıttır. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ekonomik bağımsızlığı – ticareti
üzerine tek taraflı olaya kendi ısrarı ile konmuş, koydurulmuş bir esaret
zinciri halkasıdır. Bunu gerçekleştiren Dönemin Başbakanı Sayın Tansu Çiller
ile Başbakan Yardımcısı Murat
Karayalçın ve bu esaret zincirini
boyunlarında taşıyan tüm ardılları olan Erbakan, Ecevit, Yılmaz, Bahçeli, Gül,
Erdoğan hükümetlerini oluşturan siyasilerden – Atatürk’ün “Tam bağımsızlık
ve hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu” şeklindeki prensiplere
uygun bir siyaset yapıp – yapmadıkları, Türk Milletince sorulmalı –
sorgulanmalıdır.
Bugün AB
Parlamentosu, Bakanlar Konseyi, Komisyonu Türkiye’nin iç işlerine doğrudan
doğruya müdahale etmektedir. Türkiye’nin dış politikası konusunda (Ege,
Kıbrıs), tek yanlı dayatmalarda bulunmaktadır. Bu yapılanların “Çağdaş
uygarlık ölçülerine ulaşmak” ve “Tam Bağımsızlık” ile ne ilgisi
vardır? AB ülkeleri ve kurumları, Türkiye’yi bir “arka bahçe” gibi
algılamakta, politikacıların ve bazı iş çevrelerinin gösterdiği zaaflarından
yararlanarak taleplerde bulunmaktadırlar. Bu mu Atatürk’ün çizdiği yol?
Atatürk İzmir İktisat Kongresindeki konuşmasında
şunları söylüyor:
“Filhakika mazide ve bilhassa Tanzimat devrinden sonra, ecnebi sermayesi memlekette müstesna bir mevkie malik oldu. Ve ilmi manasiyle denebilir ki, devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Artık her medeni devlet gibi, millet gibi, yeni Türkiye dahi buna muvafakat edemez. Burasını esir ülkesi yaptıramaz.” [3]
Atatürk bu sözleri ile Batı emperyalizmine karşı savaş
ilan ediyor ve ...“Biz memleketimizi artık esir ülkesi yaptırmayız.”
Diyor.
Batı’cılar Türkiye'yi bir esirler ülkesi yapmak için
fiilen faaliyet gösteriyorlar!!!
Bu kara gün de
siyasilerimiz başta olmak üzere bütün gayri milli organizasyonlar-
Enderuniler - Naylon Vatandaşlar milletin gözünün içine baka baka yalan
söylüyor ve “Türkiye-AB ilişkileri Atatürkçü düşüncenin bir devamıdır”
diyorlar. Türkiye Batı’nın adı konmamış bir mandası durumuna doğru yol
almaktadır. Bu Atatürk’ün aziz hatırasına saygısızlıktır, onun kurduğu Türkiye
Cumhuriyetine ihanettir.
Atatürkçülüğün özünde Türk insanını, Türk Kültür ve
Medeniyetini yükseltmek, Türkçe’yi Türkiye’ye hakim kılmak, Tam bağımsızlık, milletleşmek ve üniter
yapıyı korumak temel esas ve prensipleri vardır. A.B. buna karşıdır.
Atatürkçülüğün Türk düşmanlarınca kullanılması,
Atatürkçülüğün istismarına, hatta ticarileştirilmesine, hatta Atatürk
karşıtlarının, Atatürk düşmanlarının Atatürkçüymüş gibi kendilerini sunmalarına
imkan sağlamıştır.
Atatürkçülüğün içi Atatürk’le birlikte yaşayanların,
Atatürk ve dönemini gerçek anlamı ile anlayanların sadece Türk Dili ve Türk
tarihi mücadelesinin ne olduğunun bile idrakine varanların bakış açılarıyla
doldurulmuş olsaydı, Atatürk’ün ve Atatürkçülüğün istismarı bu kadar kolay
olmazdı diye düşünüyoruz.
Mesela Atatürk Lozan Konferansında Batı’nın Osmanlı
döneminde ki ekonomik çıkarlarını sürdürmek için yaptıkları baskı konusunda
bakınız neler söylüyor:
“Efendiler, görülüyor ki, bu kadar kat’ı ve yüksek bir
zaferi askeriden sonra dahi bizi sulha kavuşmaktan meneden sebeb doğrudan
doğruya esbabı iktisadiyedir. Mülahazatı iktisadiyedir. Çünkü bu devlet, bu
millet hakimiyeti iktisadiyesini temin ederse o kadar kuvvetli temel üzerinde
yerleşmiş ve taali etmiye başlamış olacaktır ve artık bunu yerinden kımıldatmak
mümkün olamıyacaktır. İşte düşmanlarımızın, hakiki düşmanlarımızın muvafakat,
bir türlü rıza göstermedikleri şey budur.” [4]
“Ya İstiklal Ya Ölüm”[5] diyen
Atatürk Lozan’da bütün dayatmalara karşın bırakın Egemenlik haklarının devrini,
mali meselelerde bile hiçbir taviz vermemiş konuşmasında da görüldüğü
gibi ŞEREFLİ BİR DURUŞ sergilemiştir.Ya bugünkü Gümrük Birlikçiler –
Avrupa Birlikçiler!!!
Görüldüğü gibi Atatürkçü bakış açısının temel ilkesi
tam bağımsızlık ve ulusal egemenliğe dayanan bir milli devlettir. Halbuki
Kapitalizm ve küreselleşmenin hedefi dünyadaki “Ulus - Milli devletleri”
yok ederek yerine kaos ve karmaşanın hakim olduğu farklı dillerin farklı
kültürlerin türetildiği Kaos içerisine sokulmuş bir yapı oluşturmaktır.
“İstiklal-i tam,(Tam bağımsızlık)
bizin bugün deruhte ettiğimiz vazifenin ruhi aslisidir.” diyen
Atatürk “İstiklali tam denildiği zaman, bittabi
siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, harsi(kültürel) ve ilah(diğer), her
hususta istiklali tam ve serbest-i tam demektir. Bu saydıklarımın herhangi
birinde istiklalden mahrumiyet, millet ve memleketin manayı hakikisiyle bütün
istiklalden mahrumiyeti demektir.”[6] diyen Büyük Önder böylece
Türkiye Cumhuriyetinin devam esaslarını da ortaya koymuş oluyordu ?
Atatürkçülük
taslayan Atatürkçü düşünceye saygılı ve bağlı olduklarını her platformda ifade
– beyan eden tüm Batıcı’lara[7]
sesleniyorum !!
A.B.D veya A.B. ile girdiğiniz bu ikili ilişkilerin ve ülkemize
uygulanan yaptırımların sonunda Bırakın “İstiklal-i tam” –Tam Bağımsızlığı,
elinizde burası bizim vatanımız ve biz bu vatan toprakları üstünde başımız dik
alnımız açık yaşıyoruz diyebileceğiniz bir dağ başı kalacak mı?
Üstelik Atatürk emperyalist devletlerle Türkiye arasına
mesafe koymuştur. Atatürk, Yörtürk’ün
45. Sayısında anlattığımız gibi Nyon da yapılan ve bu günün Batı
güdümlü Medya organlarında yer bile almayacak kadar basit görülecek bir
anlaşmayı kabul ettiği gerekçesiyle Garp
cephesi komutanı – Başvekil İsmet İnönü’yü görevden almış ve onu ölene
kadar yaptığı milli ihata nedeniyle affetmemiştir.[8]
Atatürk ölümüne kadar Batıyla adeta kanlı bıçaklı olmuş ve ölüm döşeğinde iken Hatay’ı
almıştır.
Atatürk Batıya rağmen Dil ve Tarih alanında devrim
diyebileceğimiz dev hamleler gerçekleştirmiş bizzat devrin en önde gelen
tanınmış bilim adamlarını Türkiye’ye davet ederek onlarla Türk Dil ve Tarih
Tezlerini sabahlara kadar tartışmıştır.
1932 de düzenlenen I.Türk Dil Kurultayı ile 1937 de
düzenlenen II.Türk Tarih Kongresinde Türklük şuuru bir daha emsalini
yaşayamayacağımız bir şekilde zirveye çıkmıştır..
Gümrük Birliği
konusundaki özgün uzmanlık alanına dahil konularda – serdettikleri objektif
belgelere dayalı – düşünce yorum ve fikirlerinden istifade ettiğimiz kıymetli
bilim adamlarımızdan Prof. Dr. Sayın Erol Manisalı belirtilen konularla ilgili
olarak:
“1995 yılında Türkiye’yi Batıya tek yanlı olarak
bağlayan bir sömürgeleşme belgesi olan Gümrük Birliği Antlaşması imzalanınca,
o zamanın siyasileri, bakanlar, dışişleri bakanları, büyük sermaye çevreleri
gazetelerde ve televizyonlarda “Bu Atatürk’ün gösterdiği yoldur”
diyorlardı. Atatürk’ün gösterdiği yol diye sundukları, Türkiye’yi bağımlı
kılan ve AB’ye tam üye yapan değil, onun arka bahçesi yapan, sömürgesi haline
getiren bir belgeydi. Gümrük Birliği kapitülasyonlardan da çok kötüydü. 80
yıllık Türkiye Cumhuriyetini kasaba cumhuriyetleri konumuna soktular. Diğer
aday ülkelerinin de gerisine düştü Türkiye, O zamanki siyasilere göre
Türkiye’yi san Marino haline getirmek Atatürk’ün istediği bir şeydi. Bu
yalanı, bu kandırmacayı Türk toplumuna pazarladılar. İletişim araçları da
tekellerinde olduğu için bunu da kolaylıkla yaptılar.
Halkın kafasını karıştırarak, Türkiye’yi tek yanlı
olarak Batıya bağlarken, sanki Atatürk Türkiye’nin sömürgeleşmesine karşı
savaşmamış da Türkiye’nin sömürgeleşmesi için savaşmış gibi yansıtmaya
çalıştılar. Atatürkçülük diye sömürgeciliği 1995’te 65 milyon
Türk halkına pazarladılar.
“Batıcılık Atatürkçülüktür” diyorlar. Oysa bakalım kimler Batıcı: bazı büyük
sermaye çevreleri en Batıcı, bölücüler en Batıcı, tarikatçılar en Batıcı. Atatürk
tarikatçılara da, bölücülere de, Türkiye’yi sömürgeleştirmek isteyen çok uluslu
şirketlere ve uzantılarına da karşı savaşmıştı. Kapitülasyonları yırtıp atan
Lozan Antlaşması, Türkiye’yi Sevr’den bağımsızlığa taşıyan bir belgeydi. Şimdi
Atatürk’ün kurduğu bağımsız Türkiye tekrar Lozan’dan Sevr’e yeni kapitülasyon
anlaşmalarıyla taşınmaktadır. Dolayısıyla bugün bir Atatürkçülük kandırmacası
vardır. Atatürkçülük adı altında Türkiye’yi tek taraflı bağlayan antlaşmalar
halkı kandırarak gerçekleştirilmektedir. Büyük sermaye, bölücüler ve
tarikatlar ortaklık halinde bu oyunu yürütmektedirler. “[9]
İngilizlerin ünlü gazetesi The Times’ın
1938’deki, yani 65 yıl önceki bir Pazar ilavesinde çıkan “Yeni Türkiye” başlıklı
yazısında şunları yazıyordu :
“Avrupa’nın Hasta Adamı’nı birkaç yılda ilerici,
modern bir ülkeye ve Balkan Yarımadası’nda, Doğu Akdeniz’de ve Batı Asya’da bir
barış ve istikrar abidesine dönüştüren ihtilal (Anadolu İhtilali) gibi sürpriz
değişimlere tarihte çok az rastlanmıştır.
“Birinci Dünya Savaşı öncesi Türkiye’nin zayıflığı,
uluslar arası politikada duyulan rahatsızlıkların verimli bir kaynağını teşkil
ediyordu. Ülkenin içindeki ayaklanmalar ve baskı olayları, her zaman iştihası
kabarık olan dış güçlere müdahale fırsatı vermiş oluyordu. Komşuları,
Türkiye’nin sonunu beklerken, çöküntüden
pay kapmayı ve zengin mirasını paylaşmayı umuyorlardı.
Finansal rakipler arasında şiddetli siyasi
kıskançlıklar vardı. İstanbul, ülkenin doğal kaynaklarını istismar etmek için
rüşvet ve siyasi baskılar kullanan ve Türkiye’nin çıkarlarını hiçe sayan
yabancı imtiyaz aracıları arasında adeta bir savaş arenasına dönmüştü.
Bugün Türkiye herkesin saygısını kazanmıştır. Artık
hiçbir yabancı, Türkiye’nin içişlerine karışmayı aklının ucuna bile getirmiyor.
Komşular, bırakın Türkiye’ye kötülük yapmayı, onunla iyi geçinmek ve ortak
çıkarlar doğrultusunda Türkiye ile işbirliği yapabilmek istiyorlar.
Yabancı finans çevreleri; yeni Türkiye’nin herhangi
bir projeyi, ancak ülkenin çıkarları ve iktisadi bağımsızlık doğrultusunda
olduğu taktirde görüşebileceğini artık öğrenmiş bulunuyor.
Kemal Atatürk’ün zaferleri, Lozan Antlaşması ile
1923’te tescil edilmiş ve tanınmış oldu. O tarihten beri onun kurduğu
Cumhuriyet, bir diplomatik başarıdan bir yenisine uzandı. Balkan Paktı’nın
oluşumu, Bir Asya Paktı olan Sadabat Paktı, Montreaux Konferansı, İngiltere ile
finansal anlaşma ve Fransa ile İskenderun Sancağı ile ilgili barışçıl
anlaşma... Bu değişimi herkes bilmektedir.”[10]
________________________
Mesela Fatih
zamanında Cenevizlilere ve Patrike verilen imtiyazlar ile açılan yol,
kendisinden sonra daima tevessü etmiş ve sağlamlaştırılmış bulunuyordu. Bu
imtiyaz ve istisna hükümler , hükümetin en kuvvetli, en azametli zamanında vuku
buluyordu.
Kanuni sultan
Süleyman zamanında Venediklilerle ticaret antlaşması istemişti. Fakat padişah
Venediklilerle ticaret antlaşması yapmayı kendi şerefine ve izzeti nefsine
mugayir buldu. Zira muahede, yekdiğerine müsavi milletler arasında yapılırdı.
Halbuki Venedik o zaman Osmanlı devletine müsavi olmak şöyle dursun, onun
doğrudan doğruya tahtı vesayetinde idi. Binaenaleyh Zatı Şahane böyle bir
hükümetle muahede yapamazdı. Fakat ona müsaadelerde bulunabilirdi. Ve
müsaadelerde bulundu. İşte bu müsaade kelimesi kapitülasyonlar kelimesiyle
tercüme edilmiştir. Halbuki biliyorsunuz, kapitülasyon kelimesi, bir kale
içinde muhasara olunan, esbaba ve vesaiti savunmasını kullandıktan sonra arzı
teslimiyete mecbur olanlar hakkında kullanılan bir kelimedir. İşte böyle bir
kelimeyi, padişahların müsaadesini tercüme ederken kullanmış bulundular.
(Bu tarihten sonra da) Sırf şahane bir ihsan
olarak encebilere bahşedilmiş olan ve lütfu mahsus olarak memleket dahilindeki
anasırı gayrı müslimeye verilmiş olan her şey hukuken kazanılmış hak olarak
kabul edildi.
Fakat
ecnebiler yalnız bu hukuku muhafaza ile de iktifa etmediler. Belki her gün
onları biraz daha artırmak için çareler aradılar ve buldular. Anasırı dahiliye
muhafazaya muktedir oldukları teşkilatı dahiliyelerine istinaden, haricin
teşvikine, isteklerine ve yardımlarına sığınarak devletin ve unsuru aslinin
imhasına siyasi bir mevcudiyet iktisabı için çalışmaktan geri durmadılar.
Ecnebiler bir taraftan anasırı dahiliyeyi teşvik ediyorlardı, diğer taraftan da
kendileri müdahale ediyorlar ve her müdahalede yine devlet ve milletin aleyhine
olmak üzere yeni yeni bir takım imtiyazlar, haklar alıyorlardı. Bu takibatı
mütemadiye altında zaten fakir düşmüş olan anayurtta, sahibi asli unsurlar
devlete verebilecek parayı güç tedarik ediyordu. Halbuki tacidarlar, saraylar,
Bab-ı aliler behemehal debdebeye, gösterişe malik olabilmek için, onu idame
edebilmek, zevk ve ihtiraslarını temin edebilmek için her ne bahasına olursa
olsun, bu parayı tedarik ekmek çaresine düşmüşlerdir. O çareler de, istikrazlar
oldu. O kadar çok istikrazlar yapıyorlardı, o kadar fena şerait dahilinde
istikrazlar yapılıyordu ki, bunların faizlerini de ödemek mümkün olamadı. En
nihayet bir gün Osmanlı devletinin iflasına hükmettiler. maliyemiz hemen
kontrol altına alınmış ve başımıza düyunu umumiye belası çökmüş bulunuyordu.
Osmanlı
devleti tamamen muhkariz olmuştu.(yıkılmıştı) Fakat düşmanlarımız aynı zamanda
Osmanlı devletini kuran Türk milletinin de, sahibi aslisinin de, bittiğini ve
yok olduğunu zannettiler. İşte bunda çok aldandılar. Osmanlı devleti ve Osmanlı
devleti gibi çok devletler kurmuş olan Türk milleti mahvolmamıştır. Bilakis
hayatına vurulan bu darbelerden, harici düşmanların ve dahili düşmanların bu
acı ve nefret edilecek darbelerinden birden bire bütün teyakkuzlarını, bütün
intibahlarını takındı ve bayatını, şerefini, namusunu kurtarmak için kemali
azimle başını kaldırdı; Birlik ve Beraberlik içerisinde ortaya atıldı.[11]
Mart
2003 Taner Ünal
[1] Prof. Dr.
Erol Manisalı, Atatürkçülüğün Özünde Halkçılık Vardır, İleri, 2 Aylık Gençlik
ve Siyaset Dergisi, 13 Kasım Aralık 2002 – 14 Ocak Şubat 2003, S. 96
[2]
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, İzmir İktisat Kongresini Açış Söylevi, 17
Şubat 1923 Sayfa 110-111
[3] Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri II, İzmir İktisat Kongresini Açış Söylevi, 17 Şubat 1923
Sayfa 112-113
[4] Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri II, İzmir İktisat Kongresini Açış Söylevi, 17 Şubat 1923
Sayfa 114
[5] Nutuk Sayfa
10
[6] 1919 Nutuk, Cilt-II, M.K. Atatürk, 1960, Türk
Devrim Tarihi Enstitüsü Yayını. 623
[7] A.B veya
A.B.D’cilere, Uluslar üstü sermayenin uşaklığını yapanlara, Batı’nın gayri
milli yapısını Türk toplumuna enjekte etmeye çalışanlar
[8] Daha
önceki sayılarımızda bahsetmiş olmamıza rağmen okuyamayanlar için özet olarak
yeniden yazıyoruz. Atatürk’ün Florya da bulunduğu, İsmet Paşanın da ailesiyle
İzmir’e gittiği günlerde, Akdeniz in emniyetini müştereken sağlamak maksadıyla,
Nyon’da toplanan Türkiye,
İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya,
Yunanistan ve Mısır devletleri
murahhasları uzun müzakerelerden sonra, anlaşmaya varıp Akdeniz sulh cephesi
teşkil edeceğine kanaat getirilen bir pakt imzalamışlardı. Fakat, murahhasımız
olan Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras’ın
Hükümet Reisi Başvekil İsmet Paşa dan aldığı talimat ve direktiflerle imzalamış
olduğu bu pakt, tasdik edilmek üzere Atatürk’ün
önüne geldi.
Atatürk anlaşma metninin memleket
menfaatlerine uymayan bir durum arz ettiğini görerek, İsmet Paşa’yı ikaz etti. Atatürk’ün,
memleket menfaatlerine aykırı olduğunu ileri sürdüğü nokta; “Paktı imzalamış olan büyük devletlerin
lüzum gördükleri takdirde, bizi silah kuvvetiyle müdahaleye sevk edebilme ve
böylece durup dururken başımıza bir iş açma hakkını onlara bahşeder”gibi
bir anlam ifade eden kayıttı.
Anlaşmanın bu manayı ifade eden
müphem noktasını İsmet Paşa bu
şekilde tefsir etmediği fikrinde ısrar ettiği halde, Atatürk “Bunun
ancak bu manayı ifade edebileceğini ve bize tarafsızlığımızı ihlal edecek ve
boşu boşuna kan döktürecek bir mecburiyet yükleyeceğini ve binaenaleyh,
memleket menfaatleri lehine olmadığını” ileri sürüyordu.
Bu anlaşmazlığı giderebilmek
maksadıyla, keyfiyet tekrar Nyon’da
bulunan Hariciye Vekilimizden sorulunca, alınan cevap; “Atatürk’ün haklı ve bu mahzuru fark edemeyen İsmet Paşanın haksız
olduğunu ve paktın da bu şekilde İsmet Paşanın direktifine uyularak alelacele
imzalanmış bitmiş olduğu” şeklindeydi.
(Ecevit, Bahçeli, Yılmaz koalisyon hükümetinin Güney Kıbrıs Rum
Cumhuriyetinin A.B. üyeliğine itiraz etmeme kararı alel acele onay verdikleri
gibi...)İsmet Paşa bunun üzerine değişik bir tutuma girerek bir anlaşmada bir
yanlışlık yapıldığını ve düzeltilmesi gerektiğini bildirdi. Fakat Tam bağımsız
ve bağlantısız bir politika izlenmesi taraftarı olan ve yapılan bu eylemle
Türkiye’nin istiklaline gölge düşürülmek istendiğini gören Atatürk, Tevfik Rüştü Aras ile direkt münasebete geçerek konunun
düzeltilmesi yönünde muhtelif yazışmalar yaptı. Batıyla yanlış bir ilişki tesis
edildiği endişesiyle 18 Eylül 1937 tarihinde T.B.M.M. de konuşma yapmak üzere
Ankara’ya hareket etti. İlginç bir
durumda meclisin toplantı saatinden 18 saat önce kendisine bildirilmesiydi!!!
Hızla Ankara’ya hareket eden Atatürk Ankara
Keçiören‘den Çubuk Barajına doğru öfkesinin dağılması için bir gezinti yapıp
kendisine bildirilen toplantı saatinde Meclise geldiğinde kendisine bildirilen
toplantı saatinden 2 saat evvel Meclisin toplandığını ve gerekli kararlar
alınarak meclisin dağıldığını görmüş büyük bir öfkeye kapılmıştı. Büyük Önder
bu hadiseyi yakınlarına anlatırken “Eğer
Mecliste içtima halinde bulunsaydım meseleyi orada açıkça ve kendisi için çok
ağır bir şekilde halledecektim” diyerek tepkisini çok ağır bir şekilde dile
getirmiştir.
Tekrar Orman Çifliğine dönüp
orada bir kahve içtikten sonra, İstasyona geldiler. Gar kalabalıktı.
Milletvekilleri, Bakanlar, meraklılar garı hıncahınç doldurmuştu.
Milletvekilleri ile, bakanlarla görüşe, konuşa vagonun önüne geldi. İsmet Paşa,
yanında Kazım Özalp ve Ali Çetinkaya ile birlikte orada idi. Atatürk, önce
İsmet Paşa’nın, sonra da Kazım Özalp’le Ali Çetinkaya’nın ellerini sıktı.
Trenin hareketine çok az zaman vardı. Atatürk, İsmet Paşa’yı elinden tutarak:
“Paşam, siz de benimle geliniz. Nasıl olsa Dil Kurultayında bulunacaksınız!.”
Dedi.
İsmet Paşa duraksadı: “Yarın gelecektim,bir takım işlerim var
Paşam.” Dedi.
Atatürk “Bugünün işini yarına bırakma demişler. Sizinle görüşeceklerim de var”
diyerek İsmet Paşa’yı kolundan tutmuş ve kendisiyle birlikte trene bindirmişti.
Tren hareket etti. Atatürk yemek vagonuna uğramadan doğru kompartımanına
yürüdü. İsmet Paşa ile birlikte içeri girdikten sonra kapıyı örttü. Bu kapalı
kapının ardında Cumhuriyetin sürekli Başvekili İsmet Paşa ile, Cumhuriyetin
kurucusu Atatürk, tarihin hala teferruatını merak ettiği konuşmalarını
yapıyorlardı.
Atatürk İsmet Paşaya diyor ki: “Artık sizinle çalışamayacağım”..Bir
kompartımanın yalnızlığında Atatürk’le İsmet Paşa arasında nasıl bir konuşma
geçmiştir, bunu kesinlikle söylemek mümkün değil... Bu konuyu yakından
izleyenler, bazı duyuntulara göre, bazı şeyler söylemiş ve yazmışlardır. Fakat
hiç birine, “kesin” gözü ile bakmak mümkün değildir. Bilinen bir şey varsa o
da, Atatürk’ün İsmet Paşa’ya “Artık
sizinle çalışamıyacağım” demiş olmasıdır.
Atatürk İnönü’ye “Görev
arkadaşlığımız bitmiştir. Ama dostluğumuz devam edecek”, dedi. İnönü, iki
eliyle yüzün kapadı. Atatürk: - “Dinlenmelisiniz” dedi.Sonra, Umumi
Katibi Soyak’ı çağırdı:
- “İsmet Paşa biraz yorgun. İki ay dinlenecek ve yerine bir vekil
bırakacaktır. Bu değişiklik için Millet Meclisini olağanüstü toplantıya davet
etmek istemiyorum. Meclis birkaç gün önce Nyon anlaşmasını tasdik etmek için
toplanmış ve dağılmıştır. Yeni bir toplantı, içerde ve dışarda iyi karşılanmaz.
Anayasaya bakalım, böyle bir değişiklik için meclisin toplanması lazım mı?.
Yoksa bir tezkere ile Başkanlığa bildirmek yeter mi?.
Soyak, Anayasayı getirdi.
Okudular. Tezkere ile bildirmek yeter olduğu anlaşıldıktan sonra, Atatürk
İnönü’ye dönerek:
-Yerinize
kimi münasip görürsünüz?. diye sordu. –
-Kimi
münasip görürseniz.
- Ben Celal Beyi düşünüyorum.
Ertesi sabah tren Haydarpaşa
garına girdiği zaman, gar, meraklılar ve karşılayıcılarla dolu idi. Atatürk’ün
manevi kızı Afet Hanım da karşılayıcılar arasında idi. Atatürk’ün elini
öptükten sonra İsmet Paşa’ya döndü: “Sarayda odanızı hazırlattım, Paşam..”dedi.
Fakat İsmet Paşa, bu söze bir
karşılık vermeden Atatürk konuştu:
- “Paşa evinde istirahat edecektir.” (Geniş bilgi için Hasan Rıza Soyak Atatürk’ten
hatıralar C.II Sayfa 659-682 [8]
Feridun Kandemir Siyasi Dargınlıklar Cilt 6
Sayfa10- 25)
[9] Prof. Dr.
Erol Manisalı, Atatürkçülüğün Özünde Halkçılık Vardır, İleri, 2 Aylık Gençlik
ve Siyaset Dergisi, 13 Kasım Aralık 2002 – 14 Ocak Şubat 2003, S. 97 .
Bizim gibi üç beş kişi Gümrük
birliğine hayır dediği günlerde Sayın Hocamız Gümrük birliği konusunda
haysiyetli bir mücadele yürütüyordu. Aynı günlerde Türk insanına Gümrük Birliği Ulusal bir zafer
olarak sunulmaktaydı. Sayın Hocamızın (A.B’liğine bizim hayır dememiz haricinde
ki) görüşlerine katılıyor, katıldığı Televizyon programlarını ilgiyle izliyor,
kitaplarını okuyor köşe yazılarını ilgiyle takip ediyorum ve kendisine şu ana
kadar yaptığı mücadelesindeki Ulusal- Milli çıkarlarımıza gösterdiği hassasiyet
nedeniyle saygı duyuyorum. Bu nedenle isabetli teşhislerine katılıyor ve
yazılarımda kendisine de yer veriyorum. Ancak sayın hocamızın neden hala “A.B’
ye hayır” demediğini anlamıyorum. Sayın Prof. Dr. Erol Manisalı çok
isabetli bir teşhisle “Bizi Avrupa Birliğine almazlar” diyor. Bizde
hocamızın bu kanaatine katılıyoruz... Ancak alırlarsa bu zillet zincirine evet
demiş olmayacakmıyız? Egemenlik haklarımızı Batı’ya Türk milleti dışındaki
uluslar üstü bir oluşuma – kuruluşa teslim edeceğimize göre T.B.M.M.’sinin
kapısına “Egemenlik Kayıtsız şartsız
Türk milletine ait değildir. Bunun bir bölümünün kullanımı AB’nindir diyemi
yazacağız” Madem böyle olacaktı
neden istiklal savaşı yaptık ki? İnanıyorum ki kendisi de bizim gibi
düşünüyorlardır. Ancak bunu Em. Korgeneral sayın Suat İlhan gibi açıkça ifade etmelerinin Türk
milleti Türk devleti ve Türkiye için çok daha yararlı olacağı görüşündeyim.
[10]
Vural Savaş, “Karşıdevrim”, CHP’nin Atatürkçü çizgiden uzaklaşmasıyla
gerçekleşti, Aydınlık Dergisi, sayı 823, 27 Nisan 2003 sayfa 64.
[11]
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, İzmir İktisat Kongresini Açış Söylevi, 17
Şubat 1923 Sayfa 107-110
COMMENTS