Arap Vahşeti Adım Adım Yaklaşırken İslamiyetin İlk Yıllarında Arap-Türk Münasebetleri Bölüm -2 Detaylı ve Günlük Takip İçin Twitter...
Arap Vahşeti Adım Adım Yaklaşırken
İslamiyetin İlk Yıllarında Arap-Türk Münasebetleri
Bölüm -2
Detaylı ve Günlük Takip İçin Twitter'dan Taner Ünal
SAİD B.OSMAN, REHİN OLARAK ALDIĞI 50 TÜRK ASİLZADESİNE KABAÇ HATUNUN BÜTÜN ISRARLARINA RAĞMEN AİLELERİNE İADE ETMEMİŞ VE VERDİĞİ SÖZLERİN TÜM AKSİNE, BU TÜRK GENÇLERİNİ MEDİNEYE GÖTÜREREK ONLARI ORADA KÖLE OLARAK BAĞ BAHÇE İŞLERİNDE SONRADA YAPTIRDIĞI KONAĞIN İNŞAAT İŞLERİNDE ÇALIŞTIRMIŞTIR. AĞIR HAKARETLERE MARUZ KALAN TÜRK ASİLZADELERİ BUNA DAYANAMAMIŞLAR VE KENDİSİNİN ÜZERİNE ÇULLANARAK ÖLDÜRMÜŞLERDİR. Z.KİTAPÇI AGE 169 “. BASKI 1995) İBNİ KUTEYBE İSE TÜRK PRENSELERİNİN SAİD’İ BAHÇESİNDE ÇALIŞIRKEN ÖLDÜRMEYE KARAR VERDİKLERİNİ VE BAHÇE KAPISINI KAPATMAK SURETİYLE HEP BİRDEN BIÇAKLAYARAK ÖLDÜRDÜKLERİNİ SÖYLEMEKTEDİR. (İBN KUTEYBE EL MAARİF S.288) BU ARADA SAID B. OSMANIN YANINDA BULUNAN ABBAS B. ABDÜLMUTTALİB’İN OĞLU KUSEM DE HAYATINI KAYBETTİ.
BU HADİSE BİR ANDA MEDİNE DE GERGİNLİĞE NEDEN OLMUŞ, MEDİNE HALKI TÜRK PRENSLERİNİN ÜZERİNE YÜRÜMÜŞTÜ. TÜRKLER ÇARESİZLİK İÇERİSİNDE UHUD DAĞINA KADAR ÇEKİLMİŞLERDİR. DAĞ MEDİNELİLER TARAFINDAN KUŞATILMIŞ TÜRK GENÇLERİ AÇLIK VE SUSUZLUK İÇERİSİNDE KIVRANARAK ÖLÜP GİTMİŞLERDİR.
UBEYDULLAH BİN ZİYAD :
Ziyad b.Ebih ölünce Hz. Muaviye, Küfe’yi, Basra’yı, Irak’ı ve Horasan’ı Ziyad’ın oğlu Ubeydullah’a verdi. Ve Mekke’yi, Sa’d İbni Amr bin As’a verdi. Ve Medine’yi Mervan bin el Hakeme verdi.
Ubeydullah b. Ziyad babasının ölümünden sonra Muaviye’nin yanına varmış, Muaviye ona:
diye sorunca Ubeydullah olup bitenleri anlatmış, bunun üzerine Muaviye ona şöyle demişti:
Ubeydullah buna karşılık:
diye sorunca Muaviye Ubeydullah’ı Horasan’avali tayin etmiş ve ona
Bu öğütelrden sonra Muaviye onu uğurlamıştı.
Taberi ise Muaviyenin Ubeydullan bin Ziyad’a “Horasan’a var, Türklerle savaş” dedidğini yazıyor.
Ubeydullah b. Ziyad bu göreve tedildiği zaman 25 yaşında idi. Horasan’a gidip Ceyhun nehrini aşarak develerin sırtında Buhara dağlarına kadar ulaşmıştı. Buhara dağlarını askerle ilk aşan kimse Ubeydullah olmuştu. Ubeydullah Rameni, Nesef ve Beykent illerini fethetmişti. Bütün buralar Buhara’ya bağlı idiler ve Müslümanlar burada bir hayli ganimet ele geçirmişlerdi.
Ubeydullah ve askerleri Türklerle karşılaşınca onları hezimete uğratmışlardı. Türk hükümdarının yanında zevcesi de bulunuyordu. Müslümanların gelmesi üzerine ona çabucak giyinmesini söylemişler, ayakkabılarının birini giymiş, fakat öbürünü giyemeden Müslüman askerler oraya varmış ve bunu ganimet almışlardı. Daha sonra bu ayakkabı 200.000 dirhem karşılığında iade edilmişti. Türklerle yapılan bu savaşa Horasan’dan bir sürü kimseler katılmıştı.
Ubeydullah yirmi dört bin kişilik Arap ordusuna çeki düzen vererek Ceyhun Nehri’ni geçerek Türk yurtlarına girmiş, civar köy ve kasabaları yakıp yıkarak ilerlemek sureti ile Buhara önlerine gelmiştir. Onun asıl maksadı, bu ilk hamlede Buhara’yı vurmak, şehri yağma ve talan etmek, halkın elinde avucunda ne varsa almaktı. 54
(674) yılında Maveraünnehr’in önemli şehirlerinden birisi olan Buhara üzerine yürüdü. Bu sırada Buhara’da Taberı’nin belirttiği gibi Kabac Hatun (27- 15 yıl kadar Buhara’da hüküm süren bu Hatun’un isminin Kayıh veya kayg olabileceği ve Kayı boyuna mensip olması sebebiyle bu ismi aldığı ileri sürülmektedir.
Taberi, Kabaç Hatun olarak açıkca zikrettiği halde; Reşid b.Zübeyr onun adını Feth Hatun olarak kaydetmiştir. Esmaü’l-Mu’talin’de ise Hınık Hatun olarak kaydedenlerde olmuştur. Kabaç Hatun ölen buhara hükümdarının karısı olup küçük oğluna vekalet etmek üzere hükümdarlık görevini yürütmekteydi. (Prof. Dr. H. İbrahim Hasan, İslam Tarihi, S. 356) Kabaç Hatun genç Arap valisinin büyük bir ordu ile Buhara’ya doğru ilerlemekte olduğunu haber alınca, derhal komşu Türk hanlıklarına durumu bildirmiş ve yaklaşmakta olan bu büyük Arap tehlikesinin bertaraf edilmesi için onları, yardımına koşmalarını istemiştir. Kaynaklarda; sosyal ve siyasi bir düzensizlik içinde bulunan Türk hanlıklarından Hınık Hatun’un çağrısına pek fazla bir önem verilmediği görülmektedir. Netice olarak Ubeydullah b.Ziyad, Buharayı dilediği gibi yağmalamış, bir çok Türkü esir almış ve çok büyük bir ganimetle birlikte askeri karargahları olan Merv’e dönmüştür.
Ubeydullah, Buhara’yı muhasara etmeden önce bölgenin önemli ticaret şehri Beykend’i ele geçirdi. Tehlikenin yaklaştığını gören Kabac Hatun, Türkler’den yardım istedi ise de gelen kuvvetler Ubeydullah tarafından mağlup edildi ve kıs zaman sonra da Buhara muhasara edildi. Muhasaranın uzaması ve takviye kuvvetlerinin yenilerek geri çekilmeleri Hatun’u ağır vergi vermek şartıyla sulh istemek zorunda bıraktı. Yapılan anlaşmaya göre Kabaç Hatun, Ubeydullah’a bir milyon dinar nakid para ödeyecek ve şehrin kapılarını da onlara açacaktı. Bu şekilde Buhara’ya giren Ubeydullah b. Ziyad, elde ettiği büyük ganimetler yanısıra pek çok Türk gencini de esir almıştır. El-Belazuri bunların sayısının 100.000 kişi olduğunu kaydetmektedir ki, bunda büyük ölçüde mübalağa etmiş olduğu da gözden kaçmamalıdır. Bu kabil askeri harekatlarda alınan esirlerin sayısının genellikle 25-30 bin civarında olduğu düşünülürse, Ubeydullah b. Ziyadr’ın Buhara’dan almış olduğu esir Türklerin sayısının 25 bin kişi olması gerekir.
Böylece Ubeydullah b. Ziyad, kendisine direnme cüretinde bulunan Buhara halkı ve Kabaç Hatun’u en insafsız bir şekilde cezalandırmış oluyordu. Zira bundan böyle Kabaç Hatun ve Buhara Hanlığının Arap valilerinin karşısına çıkma imkanları kalmayacaktı. Nitekim öyle de olmuş, muharip Türk birlikleri, Araplar karşısında fazla bir mukavemet gösterememişler ve Araplar bu Türk şehirlerini diledikleri gibi yağma etmişlerdir.
Fakat bizim için asıl önemli olan, Buhara’dan harp esiri olarak alınan ve sayıları, eğer el-Belazuri mübalağa etmiyorsa, yüzbinlere varan muharip Türk gençleridir. Kaynaklarda bu Türklerin akibetleri hakkında pek fazla bir bilgi yoktur. Ancak o devirlerde cari olan bir kısım adet ve an’anelere göre, bu esirlerin büyük bir kısmı harbeden askerler arasında taksim edilmiş –diyetini ödeyerek kurtulanların dışında- pek çoğuda büyük kitleler halinde Arap şehirlerine köle olarak gönderilmişlerdir.
Türklerin büyük kitleler halinde Arap şehirlerine sevk edilmeleri, Ubeydullah bin Ziyad zamanında başlamış ve bu durum çeşitli aralıklarla bütün Emeviler devri boyunca de devam etmiştir.
El-Belazuri’nin bildirdiğine göre Ubeydullah Türklerin bir kısmı ile ciddi müzakerelere girişmiş, onlara eman (dokunulmazlık, hayatlarının kesinlikle güvence altında olacağına dair söz) vermiş, bu şekilde kale burçlarından inen bu Türkleri yanına almış ve onlara ayrıca tatmin edici bir maaş vermeyi de taahhüt etmiştir. Ubeydullah b. Ziyad, daha sonra bu gözü pek Türk okçuları ile birlikte Buhara’dan ayrılmış, Basra’ya gelmiş ve onları burada şehrin özel bir semtine yerleştirmiştir.
Bu Türk okçularının sadece kendileri değil anlaşma icabı, pek tabii olarak aile ve çocukları ile Basra’ya geldikeri ve yaklaşık 8-10 bin kişi oldukları tahmin edilmektedir.Bu bakımdan başta el-Hamevi olmak üzere daha bir kısım yazarlar, Basra’nın bu mahallesine “Buhara’lılar Kesimi” denildiğini ve daha önceleri Basra’da böyle bir semtin olmadığını kaydetmektedir ki bu şüphesiz doğru bir tespit olsa gerektir. Temel Kaynaklardan et-Tabari, bunların çok güzel ok attıklarını kaydetmektedir. İkdü’l-Ferid’de ise aynen şöyle denilmektedir:
Bu şekilde Basra’ya yerleştirilen bu Türkler, şehrin emniyet ve asayişini temin etmekle görevlendirilmiş ve onlara bizzat Ubeydullah b. Ziyad tarafından çok yüksek maaşlar verilmiştir. Basra’nın bir cadı kazanı gibi kaynayıp duran Küfe’ye göre daha sakin ve huzur dolu bir şehir olması, Emevi hakimiyet ve otoritesinin buralarda daha güçlü ve kuvvetli bir şekilde yerleşmesi, şüphesiz şehrin asayiş ve inzibatının polisliğinin Türklere verilmiş olmasının çok büyük bir rolü olmalıdır.
Diğer taraftan Türklerin; Araplardan uzak ayrı bir semte yerleştirilmeleri, ayrıca üzerinde durulması gereken bir husustur. Onların yavaş yavaş bir çöküşe doğru giden Arap toplumu bu toplumun sosyal bünyesine arız olan bir kısım zafiyet ve hastalıklardan, daha açık bir ifade ile lüks ve israf hayatından uzak durmaları, kendi safiyet ve kabiliyetlerini muhafaza etmeleri, gözü pek asker, yiğit bir millet olmadaki özelliklerini kaybetmemeleri istenilmiştir. Böylece Basra’nın bu kesimi Türklerin kendi aileleri ile yaşadığı, Araplardan uzak bir nev’i askeri bir karargah veya garnizon mahiyetini almış oluyordu.
Basra’ya yerleştirilen bu ilk muharip Türk unsuru, sadece şehrin emniyet ve asayişini temin etmekle kalmamışlar, zaman zaman çapulculuk eden yağma ve talana kalkışan her fırsatta baş kaldıran, bozguncu Arap kabilelerinin üzerine de sevk edilmişler ve bölgenin huzurunu temin etmede birinci derecede amil olmuşlardır. Nitekim İbnü’l-Esir’in rivayetlerinden anlaşıldığına göre bu Türkler bir defasında Basra ve civarında büyük Harici isyanını başlatan Gallak b. Tavvaf’ın üzerine gönderilmişler ve isyanın bastırılmasında önemli bir rol oynamışlardır. Hatta Harici isyanının büyük lideri Gallak, bu Türklerden birinin fevkalade mahir bir şekilde attığı bir okla hayatını kaybetmiştir.
Buna benzer bir isyan olayı da Yemame’de çıkmış ve Basra’daki bu Türk cengaverleri derhal bu asilerin üzerlerine gönderilmişlerdir. Büyük Arap edibi el-Cahız, ok atmada pek mahir olan bu Türklerin, Yemame’de başkaldıran bu bedevi Arapların bastırılmasında gösterdikleri kahramanlıkları, bedevi Arapların hiç de beklemedikleri bu Türk muharipleri karşısında garip bir şaşkınlık alameti gösterdikleri ve çil yavrusu gibi sağa sola dağılıp gittiklerini çok alaycı ve usta bir üslupla bizlere nakletmektedir.
Mamafih, Ubeydullah b. Ziyad’ın, beraberinde getirmiş olduğu bu Türklerden hiç de az olmayan bir kısmını, kendi köşkünde şahsi emniyetinin temini için özel muhafız gücü olarak, hemde büyük ücretler ödeyerek istihdam ettiği anlaşılmaktadır. Şu anda bunların miktarı hakkında herhangi bir rakam vermemize imkan yoktur. Ancak et-Taberi hicri 60-679 senesi olayları arasında Müslim b. Akiyl ve özellikle Hani b. Urve’nin öldürülmesi olaylarında Reşid et-Türki adında Türk asıllı bir komutandan bahsetmektedir. Reşid şüphesiz Ubeydullah’ın azadlı kölesi ve aynı zamanda çok güzel ata binen, kılınç kullanan bir kişi idi. İşte Hani b. Urve’yi öldüren de bu Türk komutanı olmuştur.
Et-Taberi’nin bu olaylarla ilgili rivayetlerinde, Reşid et-Türki’nin şahsiyeti hakkında her ne kadar daha fazla bir bilgi yoksa da, onun Ubeydullah b. Ziyad’ın, işte bu Türk asıllı özel emniyet muhafızları arasından sivrilmiş, yetenekli bir komutan olduğundan asla şüphe edilmemelidir. Reşid bu durumda, Emevi aristokratları arasında Türk asıllı komutanlar zincirinin ilk halkasını teşkil etmektedir. Ubeydullah’ın Horasan seferlerinin yanında Iraktaki sert uygulamaları da dikkati çekmiştir. Muaviye’nin H. 55 (675) senesinde Basra’ya vali tayin ettiği Ubeydullah, Haricilere karşı babası Ziyad’dan daha katı davranmıştır. İbn Ziyad, Haricilerden elli sekiz kişiyi işkence ile, bir çoklarını da savaşarak öldürdü. İşkence ile öldürülenler arasında Ebu Bilal Mirdas b. Ediye’nin kardeşi Urve b. Ediye de vardır. Bu adamın öldürülmesi olayı şöyle cereyan etmiştir.
Bir gün İbn Ziyad, kendine ait yarış atını meraya salmış beklerken içlerinde Urve b. Ediye’nin bulunduğu bir kalabalık toplanmıştı. Urve, İbn Ziyad’a yaklaşarak,
demiş bunlardan başka iki şey daha saymıştı. Bunları dinleyen İbn Ziyad, Urve’nin bu tür konuşmaya yanında adamları olduğu için cür’et ettiği zannına kapıldı ve kalkıp bir ata binerek yarış atını orada bırakıp gitti. Oradakiler Urve’ye,
dediler. Oradan kaçıp gizlenen Urve, kısa sürede yakalandı. Önce el ve ayakları kesildi. Daha sonra İbn Ziyad, onu huzuruna getirtti ve düşüncesini sordu. O da,
Bunun üzerine İbn Ziyad, Urve’yi öldürttüğü gibi adam gönderip Urve’nin kızını da öldürttü. Ahvaz’da kardeşi kırk kişiyle birlikte isyan etti. İbn Ziyad, bunların üzerine Temimli İbn Hısn komutasında iki bin kişilik bir ordu gönderdi. Fakat bu ordu Hariciler tarafından hezimete uğratıldı. Bir Harici şair şöyle der:
Ubeydullah b. Ziyad, Muaviye vefat edinceye kadar Basra’da vali olarak kaldı.
İbnül Esir Said Bin Osman’ın Horasan’a vali gönderilmesini şöyle anlatır:
Hz. Osman’ın oğlu said Muaviye’den kendisini Horasan’a vali olarak tayin etmesini istemiş, ancak Muaviye Ubeydullah b. Ziyad’ın orada vali olduğunu söyleyince Said ona şöyle demişti:
Bu konuşma üzerine Yezid babasına:
Demiş, bunun üzerine Muaviye Said b. Osman’ı Horasan’ın harp işlerine tayin etmiş, bu arada İshak b. Talha’yı da Horasan’ın haracını toplamakla görevlendirmişti. İshak b. Talha Muaviye’nin teyzesinin oğlu idi. İshak’ın annesi Utbe b. Rabıa’nın kızı Ümmü Eban idi. İshak rey’e vardığında orada vefat etmiş, bunun üzerine Said b. Osman hem harp işlerini, hem de harac işlerini üstlenmişti.
Taberi ise Said’in Yezide beyat karışılığında Horasan’a Vali tayin edildiğini yazar. (Ebu Cafer Muhammed Bin Cerir’üt-Taberi, Tarih-i Taberi, S. 93)
Ubeydullah b. Ziyad’dan sonra Maveraünnehir’de geniş çapta fetihlerde bulunan şahıs, sa’ıd b. Osman’dır.
Said b. Osman iyi bir pazarlık sonucu Horasan’a vali olarak geldikten sonra, o da devrin yaygın teamülüne uyarak hemen bir ordu hazırlamış ve Ceyhun Nehrini geçerek Aşağı Türkistan’ın (Maverau’n-nehr) iç kısımlarına doğru ilerlemeye başlamıştı. Bundan asıl maksadı bölgenin diğer bir refah ve aşırı bir zenginlik şehri olan Semerkant’a (Kaşgari’ye göre Semizkent), hücum etmek ve orasını dilediği gibi yağmalamaktı.
Belirli hedeflere yönelmiş devamlı ve planlı bir fetih hareketi olmaktan ziyade bir bakıma kendisinden önce gelen valilere özenerek bir nev’i yağma hareketi için hazırlanan ve 24.000 kişilik bir ordunun başına geçen Said, derhal Buhara’ya doğru hareket etmiştir.
O sıralarda Buhara Hanlığı’nın başında, yukarıda zikri geçen Buhara Melikesi Kabaç Hatun bulunuyordu. Bu yağma ordusu ile başa çıkamayacağını anlayan Kabaç Hatun, bu defa da yeni Arap valisinden sulh talebinde bulundu. Said bu talebi pek ağır şartlarla kabul etti. Yapılan bu anlaşma gereğince:
“Türkler: Said b. Osman’a karşı tutmuş oldukları geçitleri açacaklar, Arap askerlerine karşı hiçbir harekette bulunmayacaklardı. Böylelikle Semerkant’ın yağma edilmesi daha da kolaylaşmış olacaktı. Ayrıca Kabaç Hatun yine bu anlaşma gereğince Said b. Osman’a Türk asilzade (Prensleri)lerinden 50 genci rehine olarak verecekti.
el-Belazuri; bu Türk asilzadelerinin 80 kadar olduğu ve hepsinin de hükümdar ailelerine mensup yüzleri sanki (kınından sıyrılmış) kılınçlar gibi parladığını kaydetmektedir Said b. Osman’ın bu Türk Prenslerini rehin almasının bir diğer sebebi de, Türklerin gidiş ve dönüş yollarını, dar geçitleri tutmaları ve Arap Ordusunu çok müşkül durumlarda bırakabileceklerinden korkmuş olması idi. O, her halükarda kendisinin ve ordusunun emniyet içinde olmasını istiyordu.
Artık Semerkant yolu yeniden Arap askerlerine açılmış oluyordu. Said b. Osman buradan süratle yoluna devam etmiş ve çok kısa bir zaman sonra Semerkant önlerinde görünmüştür. Mahalli Türk Hükümdarı İhşit (Akşit) bu çapulcu Arap ordusunun karşısına dikilecek zaman bile bulamamıştı. Arap valisi şehri istediği gibi yağma etmek, halkın elinde avucunda ne varsa almakla kalmamış ayrıca, 30 bin Türk gencini de esir etmiştir. O, bütün bunlardan sonra Semerkant’da, daha fala kalmamış, bu esirler ve Türk asilzadeleri ile birlikte geri dönmüştür. İbni A’sem el-Kufi, Semerkant İhdişinin ayrıca Said b. Osman’a 500.000 dirhem altın (yaklaşık 212 milyar TL) verdiğini kaydetmektedir.
Buhara’dan geçerken Melike ona haber göndererek rehin olarak elinde tuttuğu Türk asilzadelerinin iadesini istedi. Said buna her nedense bir türlü yanaşmak istemiyordu. Çünkü o, niyetini çoktan bozmuştu. Sudan bahanelerle Hatun’u oyalama yolunu tercih etti. Bir suikaste kurban gidebileceğini, halbuki bu rehinler elinde olursa kimsenin böyle bir şeye cesaret edemeyeceğini, ancak Ceyhun Nehri’ni geçtikten sonra onları bırakabileceğini söylüyordu.
Nehri geçtikten sonra Hatun Said’den tekrar rehineleri serbest bırakmasını ve iade etmesini istedi. Bu defa da o, ancak Merv’e sağ salim ulaştıktan sonra iade edebileceğini bildirdi. Türk hakimiyet bölgelerinden çıkıp Merv’e (Arapların askeri karargahına) geldikten sonra, daha önce yaptığı anlaşma ve verdiği sözü tamamen inkar eden Said b. Osman, Kabaç Hatun’un rehineleri almak için Merv’e gönderdiği elçileri huzurundan koğmuş ve onları iade edemeyeceğini bildirmiştir. Ancak bu şekilde başlayan müessif olaylar bununla bitmeyecek, hem Said b. Osman, hemde bu Türk asilzadelerinin başını hemde kendi başını yiyecekti.
Buraya kadar olan bütün bu izahlarımızdan sonra şimdi karşımıza şöyle bir sual çıkmaktadır. O da Said b. Osman’ın bin bir türlü hile ve entrikalarla dirayetli Türk anası Kabaç Hatun’dan koparıp aldığı bu Türk asilzadeleri, hükümdar evlatlarının akibetlerinin ne olduğudur.
Said b. Osman, hiç şüphesiz bütün bu yeni uygulama ve teşebbüslerinden sonra Merv’de daha fazla kalmamış, ele geçirdiği büyük servet ve zenginliklerin yanı sıra, bu Türk prensleri ile birlikte Medine’ye dönmüştür. Bu gençler çok iyi bir şekilde değerlendirildiği taktirde, Orta Asya Türklüğü ve aristokrat Türk aileleri ile çok güzel bir din ve kültür köprüsü kurulabilirdi.
Sa’ıd, Ceyhun’u geçerek semerkand bölgesine taarruz etti. Buhara hakimi Hatun başlangıçta Said’e sadakatını arzetti ise de daha sonra Belazurı’nin belirttiğine göre Türkler, Soğd, Kiş ve Nesef ahalisinin Said’e karşı yürütüğünü öğrenince onların safına geçti. Fakat Said onları mağlup etti.
Said b.Osman’a karşı Buhara’yı korumanın mevcut şartlar altında imkanı yoktu. Onun için Melike daha akıllıca davranarak Arap valisi ile sulh yapma yoluna gitti. Yapılan bu sulh gereğince; Arap valisine Semerkant yolunu açık bulunduracak ve Türk aristokrat ailelerine mensup 40-50 kadar genci de ona rehin olarak verecekti. Said b.Osman özellikle bu gençlerin Türk asilzadelerinden olmasını istiyordu. Böylelikle kendini daha emniyet altında hissedecekti. Zira Türkler tarafından arkadan kuşatılmak veya pusuya düşürülmek gibi bir durum olursa bu asilzadeleri bir tehdit bir emniyet unsuru olarak kullanacaktı. Said b.Osman, Buhara melikesi Hınık Hatun’la bu şartlar altında bir anlaşma yaptıktan sonra Semerkand’a yürüdü. Büyük bir kuşatma ile şehre daldı. Neticede şehri, dilediği gibi yağma etmekten çekinmeyen Said çok büyük servet ve ganimetler yanısıra 30.000 Türk gencinide esir alarak geri dönmüştür.
Milli duygularla hareket eden Said b. Osman, Semerkant’dan esir aldığı bu Türkleri, büyük ölçüde teşkilatlandırmış ve onlardan yeni ve “el-Mevali” diye anılan gayrı Arap ilk müslüman ordu birliklerini kurmuştur. Bunlar genellikle bir Arap komutanının emrinde ve muntazam Arap Ordusunun yanında bir takviye gücü olarak çarpışacaktı. Ayrıca onlara belli bir miktar aylık ücret verilecekti. Şimdilik bunların sayısı 10-15 bin civarında idi.
Mamafih öyle tahmin ediyoruz ki, Said’in çok kısa süren Horasan valiliği sırasında gerçekleştirdiği en önemli hizmet de bu idi. Çünkü Said’in Semerkant’dan almış olduğu bu esirler senelerdir Araplara karşı direnen, harbeden muharip Türk unsuru idi. Böylece o, çok daha akıllı davranmış ve muharip Türk unsurunun direnme gücüne çok ağır bir darbe vurmuş ve onları tamamen saf dışı etmek istemiştir. O, bu yeni inisiyatifi ile harbeden Türk unsurunun asıl kaynağına el koymuştu. Mamafih, Said b. Osman’ın temelini attığı bu askeri politika daha sonra Horasan’a gelen bütün Arap valilerince benimsenmiş, onlarda Türklerden müteşekkil ordu birlikleri kurmaya veya bu mevali ordusunu bütün imkanları ile takviye etmeye devam etmişlerdir.
Her ne kadar bu otuz bin Türkten büyük bir kısmı müslüman Arap Askerlerinin saflarına katılmışlarsa da, geride kalan Türklerin akibetleri hakkında kaynaklarda açık bir bilgi yoktur. Muhtemelen Said, onları harbeden askerler arasında bir ganimet olarak taksim etmiş, bu Türklerden bir kısmı diyetlerini ödeyerek serbest bırakılmış, çok büyük bir kısmı da Arap şehirlerine sevk edilmişlerdir. Bundan sonra o Türklerin pek azı müstesna, hepsi Arap İslam toplumunda yeni bir isim ve yeni bir Arap kabilesinin adı ve genellikle “mevla-azadlı köle” olarak anılacaklardır.
Sa’ıd bu başarılarına rağmen mevkiini uzun müddet muhafaza edemedi ve 58 (678) yılında valilikten azledildi.
Rehin olarak aldığı 50 Türk asilzadesine gelince; Said b.Osman, onları Hınık (Kabaç)Hatunun bütün ısrarlarına rağmen ailelerine iade etmemiş ve verdiği sözlerin tüm aksine, bu Türk gençlerini Medineye götürerek onları orada köle olarak bağ bahçe işlerinde sonrada yaptırdığı konağın inşaat işlerinde çalıştırmıştır. Ağır hakaretlere maruz kalan Türk asilzadeleri buna dayanamamışlar ve kendisinin üzerine çullanarak öldürmüşlerdir. Z.Kitapçı Age 169 “. Baskı 1995) İbni Kuteybe ise Türk prenselerinin Said’i bahçesinde çalışırken öldürmeye karar verdiklerini ve bahçe kapısını kapatmak suretiyle hep birden bıçaklayarak öldürdüklerini söylemektedir. (İbn Kuteybe El Maarif S.288) Bu arada Saıd b. Osmanın yanında bulunan Abbas b. Abdülmuttalib’in oğlu Kusem de hayatını kaybetti.
Bu hadise bir anda Medine de gerginliğe neden olmuş, Medine halkı Türk prenslerinin üzerine yürümüştü. Türkler çaresizlik içerisinde Uhud dağına kadar çekilmişlerdir. Dağ Medineliler tarafından kuşatılmış Türk gençleri açlık ve susuzluk içerisinde kıvranarak ölüp gitmişlerdir.
Sevgili Okurlar Yukarıdaki satırları okuyupta üzülmemek mümkünmü? Sözde İslam adına kan döken Kendi toplumlarında saygın imkan ve görevlere sahip Türk gençlerini kendi yurtlarından getirerek en ağır işkencelere muhatap bırakan neticede onları isyan ettirerek başkaldırmalarına sebeb olan, sonrada açlık ve susuzluk içerisinde ölmelerini seyreden kişilerin yaptıkları mücadelenin İslam adına olduğunu söyleyebilirmiyiz. İslam tarihi diye anlatılanlar ne yazıkki Arap tarihidir. Arapçı bir bakış açısı ile yazılmıştır. Yüzlerce yayınevi Türk çocuklarına İslam adına Arapçı bir bakış açısı ve Arap kültürü aşılıyor. Bizde yaptığımız alıntılar münasebeti ile bu etkiyi zaman zaman yansıtmak zorunda kalmakla birlikte tarihin yaprakları arasında kalmış hadiseleri yalın bir şekilde anlatarak gerçekleri görmenizi sağlamaya çalışıyoruz.
Arap Vahşeti Adım Adım Yaklaşırken İslamiyetin İlk Yıllarında Arap-Türk Münasebetleri Bölüm -1
Arap Vahşeti Adım Adım Yaklaşırken İslamiyetin İlk Yıllarında Arap-Türk Münasebetleri Bölüm -2
Arap Vahşeti Adım Adım Yaklaşırken İslamiyetin İlk Yıllarında Arap-Türk Münasebetleri Bölüm -3
Arap Vahşeti Adım Adım Yaklaşırken İslamiyetin İlk Yıllarında Arap-Türk Münasebetleri Bölüm -4
Arap Vahşeti Adım Adım Yaklaşırken İslamiyetin İlk Yıllarında Arap-Türk Münasebetleri Bölüm -5
Arap Vahşeti Adım Adım Yaklaşırken İslamiyetin İlk Yıllarında Arap-Türk Münasebetleri Bölüm -6
Arap Vahşeti Adım Adım Yaklaşırken İslamiyetin İlk Yıllarında Arap-Türk Münasebetleri Bölüm -7
İslamiyetin İlk Yıllarında Arap-Türk Münasebetleri
Bölüm -2
Detaylı ve Günlük Takip İçin Twitter'dan Taner Ünal
SAİD B.OSMAN, REHİN OLARAK ALDIĞI 50 TÜRK ASİLZADESİNE KABAÇ HATUNUN BÜTÜN ISRARLARINA RAĞMEN AİLELERİNE İADE ETMEMİŞ VE VERDİĞİ SÖZLERİN TÜM AKSİNE, BU TÜRK GENÇLERİNİ MEDİNEYE GÖTÜREREK ONLARI ORADA KÖLE OLARAK BAĞ BAHÇE İŞLERİNDE SONRADA YAPTIRDIĞI KONAĞIN İNŞAAT İŞLERİNDE ÇALIŞTIRMIŞTIR. AĞIR HAKARETLERE MARUZ KALAN TÜRK ASİLZADELERİ BUNA DAYANAMAMIŞLAR VE KENDİSİNİN ÜZERİNE ÇULLANARAK ÖLDÜRMÜŞLERDİR. Z.KİTAPÇI AGE 169 “. BASKI 1995) İBNİ KUTEYBE İSE TÜRK PRENSELERİNİN SAİD’İ BAHÇESİNDE ÇALIŞIRKEN ÖLDÜRMEYE KARAR VERDİKLERİNİ VE BAHÇE KAPISINI KAPATMAK SURETİYLE HEP BİRDEN BIÇAKLAYARAK ÖLDÜRDÜKLERİNİ SÖYLEMEKTEDİR. (İBN KUTEYBE EL MAARİF S.288) BU ARADA SAID B. OSMANIN YANINDA BULUNAN ABBAS B. ABDÜLMUTTALİB’İN OĞLU KUSEM DE HAYATINI KAYBETTİ.
BU HADİSE BİR ANDA MEDİNE DE GERGİNLİĞE NEDEN OLMUŞ, MEDİNE HALKI TÜRK PRENSLERİNİN ÜZERİNE YÜRÜMÜŞTÜ. TÜRKLER ÇARESİZLİK İÇERİSİNDE UHUD DAĞINA KADAR ÇEKİLMİŞLERDİR. DAĞ MEDİNELİLER TARAFINDAN KUŞATILMIŞ TÜRK GENÇLERİ AÇLIK VE SUSUZLUK İÇERİSİNDE KIVRANARAK ÖLÜP GİTMİŞLERDİR.
UBEYDULLAH BİN ZİYAD :
Ziyad b.Ebih ölünce Hz. Muaviye, Küfe’yi, Basra’yı, Irak’ı ve Horasan’ı Ziyad’ın oğlu Ubeydullah’a verdi. Ve Mekke’yi, Sa’d İbni Amr bin As’a verdi. Ve Medine’yi Mervan bin el Hakeme verdi.
Ubeydullah b. Ziyad babasının ölümünden sonra Muaviye’nin yanına varmış, Muaviye ona:
“Baban Kufe ve Basra’ya kimleri tayin etti?”
diye sorunca Ubeydullah olup bitenleri anlatmış, bunun üzerine Muaviye ona şöyle demişti:
“Eğer baban seni tayin etmiş olsaydı ben de seni tayin ederdim.”
Ubeydullah buna karşılık:
“Hay Allah hayrını versin! Senin vefatından sonra birisi bana: “Eğer baban ve amcan seni bu göreve tayin etmiş olsalardı ben de seni tayin ederdim.” Dese sen ne dersin”
diye sorunca Muaviye Ubeydullah’ı Horasan’avali tayin etmiş ve ona
“Allah’tan kork! Hiçbir şeyi de Allah’ın korkusundan üstün tutmayasın, çünkü Allah korkusu insana bir çok şeyi kazandırı. Malını da halka dağıt ve sakın onu başka şeylerle kirletme. Eğer söz verirsen bu sözünü mutlaka yerine getir. Çok fazla şeyi çok az şeyle değiştirmeyesin. Çok zor durumda ve mecbur kalmadıkça bir emir vermeyesin ve bir emir verdikten sonra da kesinlikle ondan dönmesin ve bir emir verdikten sonra da kesinlikle ondan dönmeyesin. Düşmanlarınla karşılaştığında yeryüzündemağlup olacak olursan yer altında da sakın mağlup olmayasın. Hiç kimseye hakkı olmadığı bir konuda tamah ettirmeyesin, hiç kimsenin de hakkı olan bir şeyden ümidini kesmeyesin.”
Bu öğütelrden sonra Muaviye onu uğurlamıştı.
Taberi ise Muaviyenin Ubeydullan bin Ziyad’a “Horasan’a var, Türklerle savaş” dedidğini yazıyor.
Ubeydullah b. Ziyad bu göreve tedildiği zaman 25 yaşında idi. Horasan’a gidip Ceyhun nehrini aşarak develerin sırtında Buhara dağlarına kadar ulaşmıştı. Buhara dağlarını askerle ilk aşan kimse Ubeydullah olmuştu. Ubeydullah Rameni, Nesef ve Beykent illerini fethetmişti. Bütün buralar Buhara’ya bağlı idiler ve Müslümanlar burada bir hayli ganimet ele geçirmişlerdi.
Ubeydullah ve askerleri Türklerle karşılaşınca onları hezimete uğratmışlardı. Türk hükümdarının yanında zevcesi de bulunuyordu. Müslümanların gelmesi üzerine ona çabucak giyinmesini söylemişler, ayakkabılarının birini giymiş, fakat öbürünü giyemeden Müslüman askerler oraya varmış ve bunu ganimet almışlardı. Daha sonra bu ayakkabı 200.000 dirhem karşılığında iade edilmişti. Türklerle yapılan bu savaşa Horasan’dan bir sürü kimseler katılmıştı.
TÜRKLERLE SAVAŞ VE KABAÇ HATUN
Ubeydullah yirmi dört bin kişilik Arap ordusuna çeki düzen vererek Ceyhun Nehri’ni geçerek Türk yurtlarına girmiş, civar köy ve kasabaları yakıp yıkarak ilerlemek sureti ile Buhara önlerine gelmiştir. Onun asıl maksadı, bu ilk hamlede Buhara’yı vurmak, şehri yağma ve talan etmek, halkın elinde avucunda ne varsa almaktı. 54
(674) yılında Maveraünnehr’in önemli şehirlerinden birisi olan Buhara üzerine yürüdü. Bu sırada Buhara’da Taberı’nin belirttiği gibi Kabac Hatun (27- 15 yıl kadar Buhara’da hüküm süren bu Hatun’un isminin Kayıh veya kayg olabileceği ve Kayı boyuna mensip olması sebebiyle bu ismi aldığı ileri sürülmektedir.
Taberi, Kabaç Hatun olarak açıkca zikrettiği halde; Reşid b.Zübeyr onun adını Feth Hatun olarak kaydetmiştir. Esmaü’l-Mu’talin’de ise Hınık Hatun olarak kaydedenlerde olmuştur. Kabaç Hatun ölen buhara hükümdarının karısı olup küçük oğluna vekalet etmek üzere hükümdarlık görevini yürütmekteydi. (Prof. Dr. H. İbrahim Hasan, İslam Tarihi, S. 356) Kabaç Hatun genç Arap valisinin büyük bir ordu ile Buhara’ya doğru ilerlemekte olduğunu haber alınca, derhal komşu Türk hanlıklarına durumu bildirmiş ve yaklaşmakta olan bu büyük Arap tehlikesinin bertaraf edilmesi için onları, yardımına koşmalarını istemiştir. Kaynaklarda; sosyal ve siyasi bir düzensizlik içinde bulunan Türk hanlıklarından Hınık Hatun’un çağrısına pek fazla bir önem verilmediği görülmektedir. Netice olarak Ubeydullah b.Ziyad, Buharayı dilediği gibi yağmalamış, bir çok Türkü esir almış ve çok büyük bir ganimetle birlikte askeri karargahları olan Merv’e dönmüştür.
Ubeydullah, Buhara’yı muhasara etmeden önce bölgenin önemli ticaret şehri Beykend’i ele geçirdi. Tehlikenin yaklaştığını gören Kabac Hatun, Türkler’den yardım istedi ise de gelen kuvvetler Ubeydullah tarafından mağlup edildi ve kıs zaman sonra da Buhara muhasara edildi. Muhasaranın uzaması ve takviye kuvvetlerinin yenilerek geri çekilmeleri Hatun’u ağır vergi vermek şartıyla sulh istemek zorunda bıraktı. Yapılan anlaşmaya göre Kabaç Hatun, Ubeydullah’a bir milyon dinar nakid para ödeyecek ve şehrin kapılarını da onlara açacaktı. Bu şekilde Buhara’ya giren Ubeydullah b. Ziyad, elde ettiği büyük ganimetler yanısıra pek çok Türk gencini de esir almıştır. El-Belazuri bunların sayısının 100.000 kişi olduğunu kaydetmektedir ki, bunda büyük ölçüde mübalağa etmiş olduğu da gözden kaçmamalıdır. Bu kabil askeri harekatlarda alınan esirlerin sayısının genellikle 25-30 bin civarında olduğu düşünülürse, Ubeydullah b. Ziyadr’ın Buhara’dan almış olduğu esir Türklerin sayısının 25 bin kişi olması gerekir.
Böylece Ubeydullah b. Ziyad, kendisine direnme cüretinde bulunan Buhara halkı ve Kabaç Hatun’u en insafsız bir şekilde cezalandırmış oluyordu. Zira bundan böyle Kabaç Hatun ve Buhara Hanlığının Arap valilerinin karşısına çıkma imkanları kalmayacaktı. Nitekim öyle de olmuş, muharip Türk birlikleri, Araplar karşısında fazla bir mukavemet gösterememişler ve Araplar bu Türk şehirlerini diledikleri gibi yağma etmişlerdir.
TÜRKLER KÖLE PAZARLARINDA
Fakat bizim için asıl önemli olan, Buhara’dan harp esiri olarak alınan ve sayıları, eğer el-Belazuri mübalağa etmiyorsa, yüzbinlere varan muharip Türk gençleridir. Kaynaklarda bu Türklerin akibetleri hakkında pek fazla bir bilgi yoktur. Ancak o devirlerde cari olan bir kısım adet ve an’anelere göre, bu esirlerin büyük bir kısmı harbeden askerler arasında taksim edilmiş –diyetini ödeyerek kurtulanların dışında- pek çoğuda büyük kitleler halinde Arap şehirlerine köle olarak gönderilmişlerdir.
Türklerin büyük kitleler halinde Arap şehirlerine sevk edilmeleri, Ubeydullah bin Ziyad zamanında başlamış ve bu durum çeşitli aralıklarla bütün Emeviler devri boyunca de devam etmiştir.
BİR KISIM TÜRKLER UBEYDULLAHIN KÖLE ASKERİ OLUYOR
El-Belazuri’nin bildirdiğine göre Ubeydullah Türklerin bir kısmı ile ciddi müzakerelere girişmiş, onlara eman (dokunulmazlık, hayatlarının kesinlikle güvence altında olacağına dair söz) vermiş, bu şekilde kale burçlarından inen bu Türkleri yanına almış ve onlara ayrıca tatmin edici bir maaş vermeyi de taahhüt etmiştir. Ubeydullah b. Ziyad, daha sonra bu gözü pek Türk okçuları ile birlikte Buhara’dan ayrılmış, Basra’ya gelmiş ve onları burada şehrin özel bir semtine yerleştirmiştir.
Bu Türk okçularının sadece kendileri değil anlaşma icabı, pek tabii olarak aile ve çocukları ile Basra’ya geldikeri ve yaklaşık 8-10 bin kişi oldukları tahmin edilmektedir.Bu bakımdan başta el-Hamevi olmak üzere daha bir kısım yazarlar, Basra’nın bu mahallesine “Buhara’lılar Kesimi” denildiğini ve daha önceleri Basra’da böyle bir semtin olmadığını kaydetmektedir ki bu şüphesiz doğru bir tespit olsa gerektir. Temel Kaynaklardan et-Tabari, bunların çok güzel ok attıklarını kaydetmektedir. İkdü’l-Ferid’de ise aynen şöyle denilmektedir:
“Bu kişiler ok atmada çok, hemde çok mahir idiler. Onlar Basra’nın malum bir semtinde iskan edilmişler ve daha sonra onlara nispetle Basra’nın o semtine Buhariyetü’z-Ziyad yani, “Ziyad’ın Buhara’lılar Mahallesi” denilmiştir.
Bu şekilde Basra’ya yerleştirilen bu Türkler, şehrin emniyet ve asayişini temin etmekle görevlendirilmiş ve onlara bizzat Ubeydullah b. Ziyad tarafından çok yüksek maaşlar verilmiştir. Basra’nın bir cadı kazanı gibi kaynayıp duran Küfe’ye göre daha sakin ve huzur dolu bir şehir olması, Emevi hakimiyet ve otoritesinin buralarda daha güçlü ve kuvvetli bir şekilde yerleşmesi, şüphesiz şehrin asayiş ve inzibatının polisliğinin Türklere verilmiş olmasının çok büyük bir rolü olmalıdır.
Diğer taraftan Türklerin; Araplardan uzak ayrı bir semte yerleştirilmeleri, ayrıca üzerinde durulması gereken bir husustur. Onların yavaş yavaş bir çöküşe doğru giden Arap toplumu bu toplumun sosyal bünyesine arız olan bir kısım zafiyet ve hastalıklardan, daha açık bir ifade ile lüks ve israf hayatından uzak durmaları, kendi safiyet ve kabiliyetlerini muhafaza etmeleri, gözü pek asker, yiğit bir millet olmadaki özelliklerini kaybetmemeleri istenilmiştir. Böylece Basra’nın bu kesimi Türklerin kendi aileleri ile yaşadığı, Araplardan uzak bir nev’i askeri bir karargah veya garnizon mahiyetini almış oluyordu.
Basra’ya yerleştirilen bu ilk muharip Türk unsuru, sadece şehrin emniyet ve asayişini temin etmekle kalmamışlar, zaman zaman çapulculuk eden yağma ve talana kalkışan her fırsatta baş kaldıran, bozguncu Arap kabilelerinin üzerine de sevk edilmişler ve bölgenin huzurunu temin etmede birinci derecede amil olmuşlardır. Nitekim İbnü’l-Esir’in rivayetlerinden anlaşıldığına göre bu Türkler bir defasında Basra ve civarında büyük Harici isyanını başlatan Gallak b. Tavvaf’ın üzerine gönderilmişler ve isyanın bastırılmasında önemli bir rol oynamışlardır. Hatta Harici isyanının büyük lideri Gallak, bu Türklerden birinin fevkalade mahir bir şekilde attığı bir okla hayatını kaybetmiştir.
Buna benzer bir isyan olayı da Yemame’de çıkmış ve Basra’daki bu Türk cengaverleri derhal bu asilerin üzerlerine gönderilmişlerdir. Büyük Arap edibi el-Cahız, ok atmada pek mahir olan bu Türklerin, Yemame’de başkaldıran bu bedevi Arapların bastırılmasında gösterdikleri kahramanlıkları, bedevi Arapların hiç de beklemedikleri bu Türk muharipleri karşısında garip bir şaşkınlık alameti gösterdikleri ve çil yavrusu gibi sağa sola dağılıp gittiklerini çok alaycı ve usta bir üslupla bizlere nakletmektedir.
Mamafih, Ubeydullah b. Ziyad’ın, beraberinde getirmiş olduğu bu Türklerden hiç de az olmayan bir kısmını, kendi köşkünde şahsi emniyetinin temini için özel muhafız gücü olarak, hemde büyük ücretler ödeyerek istihdam ettiği anlaşılmaktadır. Şu anda bunların miktarı hakkında herhangi bir rakam vermemize imkan yoktur. Ancak et-Taberi hicri 60-679 senesi olayları arasında Müslim b. Akiyl ve özellikle Hani b. Urve’nin öldürülmesi olaylarında Reşid et-Türki adında Türk asıllı bir komutandan bahsetmektedir. Reşid şüphesiz Ubeydullah’ın azadlı kölesi ve aynı zamanda çok güzel ata binen, kılınç kullanan bir kişi idi. İşte Hani b. Urve’yi öldüren de bu Türk komutanı olmuştur.
Et-Taberi’nin bu olaylarla ilgili rivayetlerinde, Reşid et-Türki’nin şahsiyeti hakkında her ne kadar daha fazla bir bilgi yoksa da, onun Ubeydullah b. Ziyad’ın, işte bu Türk asıllı özel emniyet muhafızları arasından sivrilmiş, yetenekli bir komutan olduğundan asla şüphe edilmemelidir. Reşid bu durumda, Emevi aristokratları arasında Türk asıllı komutanlar zincirinin ilk halkasını teşkil etmektedir. Ubeydullah’ın Horasan seferlerinin yanında Iraktaki sert uygulamaları da dikkati çekmiştir. Muaviye’nin H. 55 (675) senesinde Basra’ya vali tayin ettiği Ubeydullah, Haricilere karşı babası Ziyad’dan daha katı davranmıştır. İbn Ziyad, Haricilerden elli sekiz kişiyi işkence ile, bir çoklarını da savaşarak öldürdü. İşkence ile öldürülenler arasında Ebu Bilal Mirdas b. Ediye’nin kardeşi Urve b. Ediye de vardır. Bu adamın öldürülmesi olayı şöyle cereyan etmiştir.
Bir gün İbn Ziyad, kendine ait yarış atını meraya salmış beklerken içlerinde Urve b. Ediye’nin bulunduğu bir kalabalık toplanmıştı. Urve, İbn Ziyad’a yaklaşarak,
“İslam’dan önceki dönemde olan beş şey şimdi bizde de görülmeye başladı. Siz her yol üzerine, bir işaret yapıp boş şeyle mi uğraşıyorsunuz? Belki edebi yaşarsınız diye sağlam köşkler ediniyorsunuz. Yakaladığınız zaman zorbalar gibi yakalanıyorsunuz.”
demiş bunlardan başka iki şey daha saymıştı. Bunları dinleyen İbn Ziyad, Urve’nin bu tür konuşmaya yanında adamları olduğu için cür’et ettiği zannına kapıldı ve kalkıp bir ata binerek yarış atını orada bırakıp gitti. Oradakiler Urve’ye,
“Ne yaptın? Bu adam seni öldürür”
dediler. Oradan kaçıp gizlenen Urve, kısa sürede yakalandı. Önce el ve ayakları kesildi. Daha sonra İbn Ziyad, onu huzuruna getirtti ve düşüncesini sordu. O da,
“Sen benim dünyamı harap ettin, ben de senin ahiretini yıktım” dedi.
Bunun üzerine İbn Ziyad, Urve’yi öldürttüğü gibi adam gönderip Urve’nin kızını da öldürttü. Ahvaz’da kardeşi kırk kişiyle birlikte isyan etti. İbn Ziyad, bunların üzerine Temimli İbn Hısn komutasında iki bin kişilik bir ordu gönderdi. Fakat bu ordu Hariciler tarafından hezimete uğratıldı. Bir Harici şair şöyle der:
“Siz kırk kişinin Asek’te öldürdüğü bin kişiyi mü’min mi sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz. Fakat Hariciler mü’mindir.
Onlar bildiğiniz gibi kalabalığa galip gelen küçük bir topluluk idiler.”
Ubeydullah b. Ziyad, Muaviye vefat edinceye kadar Basra’da vali olarak kaldı.
SAİD BİN OSMAN
İbnül Esir Said Bin Osman’ın Horasan’a vali gönderilmesini şöyle anlatır:
Hz. Osman’ın oğlu said Muaviye’den kendisini Horasan’a vali olarak tayin etmesini istemiş, ancak Muaviye Ubeydullah b. Ziyad’ın orada vali olduğunu söyleyince Said ona şöyle demişti:
“Vallahi senin asla erişmen mümkün olmayan bir noktaya gelmen için babam her türlü iyiliği yaptı ve seni en iyi bir mevkie getirdi, ancak sen hiç de onun başına gelen musibetten dolayı bir teşekkürde bulunmadın ve onun arkasından da kimseyi mükafatlandırmadın. Tutup şu oğlunu, öne geçirdin, ona müslümanlardan bey’at aldın. Halbuki ben şahsen ondan çok daha hayırlı olduğu meselesine gelince; evet, vallahi baban benden daha hayırlı idi. Annenin daha hayırlı olduğu meselesine gelince; hayır, vallahi Kureyş’ten bir kadın Kelboğullarından bir kadından çok daha hayırlıdır. Senin ondan daha faziletli ve üstün olduğun meselesine gelince; senin gibi adamların Şam’a dolup taşmasına pek de razı olacak değilim.”
Bu konuşma üzerine Yezid babasına:
“Ey Müminlerin emiri! Sen amcanın oğlunun işlerini halletme konusunda herkesten daha çok hak sahibi olan bir kimsesin. O sana serzenişte bulunmuştur, senin de onun bu serzenişlerini gidermen gerekir.”
Demiş, bunun üzerine Muaviye Said b. Osman’ı Horasan’ın harp işlerine tayin etmiş, bu arada İshak b. Talha’yı da Horasan’ın haracını toplamakla görevlendirmişti. İshak b. Talha Muaviye’nin teyzesinin oğlu idi. İshak’ın annesi Utbe b. Rabıa’nın kızı Ümmü Eban idi. İshak rey’e vardığında orada vefat etmiş, bunun üzerine Said b. Osman hem harp işlerini, hem de harac işlerini üstlenmişti.
Taberi ise Said’in Yezide beyat karışılığında Horasan’a Vali tayin edildiğini yazar. (Ebu Cafer Muhammed Bin Cerir’üt-Taberi, Tarih-i Taberi, S. 93)
Ubeydullah b. Ziyad’dan sonra Maveraünnehir’de geniş çapta fetihlerde bulunan şahıs, sa’ıd b. Osman’dır.
Said b. Osman iyi bir pazarlık sonucu Horasan’a vali olarak geldikten sonra, o da devrin yaygın teamülüne uyarak hemen bir ordu hazırlamış ve Ceyhun Nehrini geçerek Aşağı Türkistan’ın (Maverau’n-nehr) iç kısımlarına doğru ilerlemeye başlamıştı. Bundan asıl maksadı bölgenin diğer bir refah ve aşırı bir zenginlik şehri olan Semerkant’a (Kaşgari’ye göre Semizkent), hücum etmek ve orasını dilediği gibi yağmalamaktı.
Belirli hedeflere yönelmiş devamlı ve planlı bir fetih hareketi olmaktan ziyade bir bakıma kendisinden önce gelen valilere özenerek bir nev’i yağma hareketi için hazırlanan ve 24.000 kişilik bir ordunun başına geçen Said, derhal Buhara’ya doğru hareket etmiştir.
O sıralarda Buhara Hanlığı’nın başında, yukarıda zikri geçen Buhara Melikesi Kabaç Hatun bulunuyordu. Bu yağma ordusu ile başa çıkamayacağını anlayan Kabaç Hatun, bu defa da yeni Arap valisinden sulh talebinde bulundu. Said bu talebi pek ağır şartlarla kabul etti. Yapılan bu anlaşma gereğince:
“Türkler: Said b. Osman’a karşı tutmuş oldukları geçitleri açacaklar, Arap askerlerine karşı hiçbir harekette bulunmayacaklardı. Böylelikle Semerkant’ın yağma edilmesi daha da kolaylaşmış olacaktı. Ayrıca Kabaç Hatun yine bu anlaşma gereğince Said b. Osman’a Türk asilzade (Prensleri)lerinden 50 genci rehine olarak verecekti.
el-Belazuri; bu Türk asilzadelerinin 80 kadar olduğu ve hepsinin de hükümdar ailelerine mensup yüzleri sanki (kınından sıyrılmış) kılınçlar gibi parladığını kaydetmektedir Said b. Osman’ın bu Türk Prenslerini rehin almasının bir diğer sebebi de, Türklerin gidiş ve dönüş yollarını, dar geçitleri tutmaları ve Arap Ordusunu çok müşkül durumlarda bırakabileceklerinden korkmuş olması idi. O, her halükarda kendisinin ve ordusunun emniyet içinde olmasını istiyordu.
Artık Semerkant yolu yeniden Arap askerlerine açılmış oluyordu. Said b. Osman buradan süratle yoluna devam etmiş ve çok kısa bir zaman sonra Semerkant önlerinde görünmüştür. Mahalli Türk Hükümdarı İhşit (Akşit) bu çapulcu Arap ordusunun karşısına dikilecek zaman bile bulamamıştı. Arap valisi şehri istediği gibi yağma etmek, halkın elinde avucunda ne varsa almakla kalmamış ayrıca, 30 bin Türk gencini de esir etmiştir. O, bütün bunlardan sonra Semerkant’da, daha fala kalmamış, bu esirler ve Türk asilzadeleri ile birlikte geri dönmüştür. İbni A’sem el-Kufi, Semerkant İhdişinin ayrıca Said b. Osman’a 500.000 dirhem altın (yaklaşık 212 milyar TL) verdiğini kaydetmektedir.
Buhara’dan geçerken Melike ona haber göndererek rehin olarak elinde tuttuğu Türk asilzadelerinin iadesini istedi. Said buna her nedense bir türlü yanaşmak istemiyordu. Çünkü o, niyetini çoktan bozmuştu. Sudan bahanelerle Hatun’u oyalama yolunu tercih etti. Bir suikaste kurban gidebileceğini, halbuki bu rehinler elinde olursa kimsenin böyle bir şeye cesaret edemeyeceğini, ancak Ceyhun Nehri’ni geçtikten sonra onları bırakabileceğini söylüyordu.
Nehri geçtikten sonra Hatun Said’den tekrar rehineleri serbest bırakmasını ve iade etmesini istedi. Bu defa da o, ancak Merv’e sağ salim ulaştıktan sonra iade edebileceğini bildirdi. Türk hakimiyet bölgelerinden çıkıp Merv’e (Arapların askeri karargahına) geldikten sonra, daha önce yaptığı anlaşma ve verdiği sözü tamamen inkar eden Said b. Osman, Kabaç Hatun’un rehineleri almak için Merv’e gönderdiği elçileri huzurundan koğmuş ve onları iade edemeyeceğini bildirmiştir. Ancak bu şekilde başlayan müessif olaylar bununla bitmeyecek, hem Said b. Osman, hemde bu Türk asilzadelerinin başını hemde kendi başını yiyecekti.
Buraya kadar olan bütün bu izahlarımızdan sonra şimdi karşımıza şöyle bir sual çıkmaktadır. O da Said b. Osman’ın bin bir türlü hile ve entrikalarla dirayetli Türk anası Kabaç Hatun’dan koparıp aldığı bu Türk asilzadeleri, hükümdar evlatlarının akibetlerinin ne olduğudur.
Said b. Osman, hiç şüphesiz bütün bu yeni uygulama ve teşebbüslerinden sonra Merv’de daha fazla kalmamış, ele geçirdiği büyük servet ve zenginliklerin yanı sıra, bu Türk prensleri ile birlikte Medine’ye dönmüştür. Bu gençler çok iyi bir şekilde değerlendirildiği taktirde, Orta Asya Türklüğü ve aristokrat Türk aileleri ile çok güzel bir din ve kültür köprüsü kurulabilirdi.
30.000 ESİR TÜRK GENCİ
Sa’ıd, Ceyhun’u geçerek semerkand bölgesine taarruz etti. Buhara hakimi Hatun başlangıçta Said’e sadakatını arzetti ise de daha sonra Belazurı’nin belirttiğine göre Türkler, Soğd, Kiş ve Nesef ahalisinin Said’e karşı yürütüğünü öğrenince onların safına geçti. Fakat Said onları mağlup etti.
Said b.Osman’a karşı Buhara’yı korumanın mevcut şartlar altında imkanı yoktu. Onun için Melike daha akıllıca davranarak Arap valisi ile sulh yapma yoluna gitti. Yapılan bu sulh gereğince; Arap valisine Semerkant yolunu açık bulunduracak ve Türk aristokrat ailelerine mensup 40-50 kadar genci de ona rehin olarak verecekti. Said b.Osman özellikle bu gençlerin Türk asilzadelerinden olmasını istiyordu. Böylelikle kendini daha emniyet altında hissedecekti. Zira Türkler tarafından arkadan kuşatılmak veya pusuya düşürülmek gibi bir durum olursa bu asilzadeleri bir tehdit bir emniyet unsuru olarak kullanacaktı. Said b.Osman, Buhara melikesi Hınık Hatun’la bu şartlar altında bir anlaşma yaptıktan sonra Semerkand’a yürüdü. Büyük bir kuşatma ile şehre daldı. Neticede şehri, dilediği gibi yağma etmekten çekinmeyen Said çok büyük servet ve ganimetler yanısıra 30.000 Türk gencinide esir alarak geri dönmüştür.
Milli duygularla hareket eden Said b. Osman, Semerkant’dan esir aldığı bu Türkleri, büyük ölçüde teşkilatlandırmış ve onlardan yeni ve “el-Mevali” diye anılan gayrı Arap ilk müslüman ordu birliklerini kurmuştur. Bunlar genellikle bir Arap komutanının emrinde ve muntazam Arap Ordusunun yanında bir takviye gücü olarak çarpışacaktı. Ayrıca onlara belli bir miktar aylık ücret verilecekti. Şimdilik bunların sayısı 10-15 bin civarında idi.
Mamafih öyle tahmin ediyoruz ki, Said’in çok kısa süren Horasan valiliği sırasında gerçekleştirdiği en önemli hizmet de bu idi. Çünkü Said’in Semerkant’dan almış olduğu bu esirler senelerdir Araplara karşı direnen, harbeden muharip Türk unsuru idi. Böylece o, çok daha akıllı davranmış ve muharip Türk unsurunun direnme gücüne çok ağır bir darbe vurmuş ve onları tamamen saf dışı etmek istemiştir. O, bu yeni inisiyatifi ile harbeden Türk unsurunun asıl kaynağına el koymuştu. Mamafih, Said b. Osman’ın temelini attığı bu askeri politika daha sonra Horasan’a gelen bütün Arap valilerince benimsenmiş, onlarda Türklerden müteşekkil ordu birlikleri kurmaya veya bu mevali ordusunu bütün imkanları ile takviye etmeye devam etmişlerdir.
Her ne kadar bu otuz bin Türkten büyük bir kısmı müslüman Arap Askerlerinin saflarına katılmışlarsa da, geride kalan Türklerin akibetleri hakkında kaynaklarda açık bir bilgi yoktur. Muhtemelen Said, onları harbeden askerler arasında bir ganimet olarak taksim etmiş, bu Türklerden bir kısmı diyetlerini ödeyerek serbest bırakılmış, çok büyük bir kısmı da Arap şehirlerine sevk edilmişlerdir. Bundan sonra o Türklerin pek azı müstesna, hepsi Arap İslam toplumunda yeni bir isim ve yeni bir Arap kabilesinin adı ve genellikle “mevla-azadlı köle” olarak anılacaklardır.
Sa’ıd bu başarılarına rağmen mevkiini uzun müddet muhafaza edemedi ve 58 (678) yılında valilikten azledildi.
REHİN ALINAN 50 TÜRK GENCİNİN AKİBETİ
Rehin olarak aldığı 50 Türk asilzadesine gelince; Said b.Osman, onları Hınık (Kabaç)Hatunun bütün ısrarlarına rağmen ailelerine iade etmemiş ve verdiği sözlerin tüm aksine, bu Türk gençlerini Medineye götürerek onları orada köle olarak bağ bahçe işlerinde sonrada yaptırdığı konağın inşaat işlerinde çalıştırmıştır. Ağır hakaretlere maruz kalan Türk asilzadeleri buna dayanamamışlar ve kendisinin üzerine çullanarak öldürmüşlerdir. Z.Kitapçı Age 169 “. Baskı 1995) İbni Kuteybe ise Türk prenselerinin Said’i bahçesinde çalışırken öldürmeye karar verdiklerini ve bahçe kapısını kapatmak suretiyle hep birden bıçaklayarak öldürdüklerini söylemektedir. (İbn Kuteybe El Maarif S.288) Bu arada Saıd b. Osmanın yanında bulunan Abbas b. Abdülmuttalib’in oğlu Kusem de hayatını kaybetti.
Bu hadise bir anda Medine de gerginliğe neden olmuş, Medine halkı Türk prenslerinin üzerine yürümüştü. Türkler çaresizlik içerisinde Uhud dağına kadar çekilmişlerdir. Dağ Medineliler tarafından kuşatılmış Türk gençleri açlık ve susuzluk içerisinde kıvranarak ölüp gitmişlerdir.
Sevgili Okurlar Yukarıdaki satırları okuyupta üzülmemek mümkünmü? Sözde İslam adına kan döken Kendi toplumlarında saygın imkan ve görevlere sahip Türk gençlerini kendi yurtlarından getirerek en ağır işkencelere muhatap bırakan neticede onları isyan ettirerek başkaldırmalarına sebeb olan, sonrada açlık ve susuzluk içerisinde ölmelerini seyreden kişilerin yaptıkları mücadelenin İslam adına olduğunu söyleyebilirmiyiz. İslam tarihi diye anlatılanlar ne yazıkki Arap tarihidir. Arapçı bir bakış açısı ile yazılmıştır. Yüzlerce yayınevi Türk çocuklarına İslam adına Arapçı bir bakış açısı ve Arap kültürü aşılıyor. Bizde yaptığımız alıntılar münasebeti ile bu etkiyi zaman zaman yansıtmak zorunda kalmakla birlikte tarihin yaprakları arasında kalmış hadiseleri yalın bir şekilde anlatarak gerçekleri görmenizi sağlamaya çalışıyoruz.
Arap Vahşeti Adım Adım Yaklaşırken İslamiyetin İlk Yıllarında Arap-Türk Münasebetleri Bölüm -1
Arap Vahşeti Adım Adım Yaklaşırken İslamiyetin İlk Yıllarında Arap-Türk Münasebetleri Bölüm -2
Arap Vahşeti Adım Adım Yaklaşırken İslamiyetin İlk Yıllarında Arap-Türk Münasebetleri Bölüm -3
Arap Vahşeti Adım Adım Yaklaşırken İslamiyetin İlk Yıllarında Arap-Türk Münasebetleri Bölüm -4
Arap Vahşeti Adım Adım Yaklaşırken İslamiyetin İlk Yıllarında Arap-Türk Münasebetleri Bölüm -5
Arap Vahşeti Adım Adım Yaklaşırken İslamiyetin İlk Yıllarında Arap-Türk Münasebetleri Bölüm -6
Arap Vahşeti Adım Adım Yaklaşırken İslamiyetin İlk Yıllarında Arap-Türk Münasebetleri Bölüm -7
COMMENTS